Deniz Durukan
'Yalnız Evler Soğuk Olur'... Selim İleri: Kendi yalnızlığınız dışında size cevap veren yok
Selim İleri yakın zamanda çıkardığı 'Yalnız Evler Soğuk Olur' romanıyla eşsiz bir anlatı bırakıyor bize. Hem dilde hem biçimde hem de içerikte romanın kalıplarını kırıyor, parçalıyor. Zamansızlık ve zamanın kayması unsurlarıyla beraber, birçok ben’in, gerçek ve düşün iç içe geçtiği bu roman, bir yüzleşmeyi ve tanıklığı da içinde barındırıyor. Dönemin politik atmosferinin, darbelerin, yaratılan ve içimizde köklenen korku ortamının travmalarıyla birlikte anlatıldığı “Yalnız Evler Soğuk Olur”da Selim İleri, anlatıcı kahraman olarak yer alıyor. Aynı zamanda Selim İleri, 1983 yılında yazdığı “Ölünceye Kadar Seninim” romanının kahramanı Süha Rikkat’i de tekrardan diriltiyor. Bu buluşmayla, kendine ve her şeye zihnin dehlizlerinden bakıyor.
'Yalnız Evler Soğuk Olur' kitabınızın ilk sayfalarında Virginia Woolf ve Oktay Rifat’dan iki alıntı var. Woolf’dan yaptığınız alıntı sizin romanda teknik olarak izlediğiniz yolu; yani romanın kurallarını kırmayı işaret ederken, Oktay Rifat’dan yapmış olduğunuz alıntı romanın duygusuna, sizin iç dünyanıza açılan bir kapı olarak yansıyor. Yani birini içe, diğerini dışarıya açılan kapı olarak yorumlayabilir miyiz?
Virginia Wolf’a taparım ama hesapta olmayan bir şeydi bu. Akşit Göktürk’ün çevirilerine bakarken karşıma çıktı Virginia Woolf’dan yaptığım bu alıntı. Oldum bittim romanın kuralları beni rahatsız ederdi. Bir çember, kısır döngü yaratan bir şey olduğunu düşünürüm. Sevgili Akşit Göktürk’ün çevirisinden yaptığım alıntı bu anlamda bana ufuk açtı. Oktay Rifat’ı ise düşünüyordum zaten. Onun derin mısralarından bana yol açan oradaki ıstıraptır. Oktay Rifat’ı hep severdim, son yıllarda tekrar tekrar okuduğumda onun aslında bir acı şairi olduğuna kanaat getirdim. En umutlu şiirinde bile kederli bir şey olduğuna inanıyorum. Son yıllarda kendime en yakın bulduğum şairlerden birincisi o.
Siz romanlarınızda metinler arası ilişki, bilinç akışı tekniğine hep başvurdunuz. Bu romanda bu tavır çok daha altı kalın bir şekilde çiziliyor. Siz romanınızda “düz yazının takur takurluğu”ndan söz ederken şiiri özel bir yere koyuyorsunuz. Bilinç akışı tekniği, dili esnetme, o “takur tukurluğu” kırma edimi olmalı.
Şiire hep yakın oldum, onunla beslendim. Başlangıçta bunun bilincinde olduğumu sanmıyorum. Daha ilkokulda öğrenciyken bile bize okuttukları düzyazılardan çok şiir ilgimi çekerdi. Mesela Behçet Necatigil’in Kır Şarkısı şiirini ötekilerden daha fazla severdim. Belki de hiçbir zaman şiir yazamadığım için, oldum bittim bütün şairleri kıskandım, onlara özendim. O özenti şiire aç olmanın sonucu olsa gerek.
Bu romanda bütünlük algısından kurtuldum diyorsunuz. Bunu daha önce de dile getirmiştiniz…
Evet, kurtulamıyordum, aslında burada da kurtulamadım.
Aslında bütünü parçaladığınızı söyleyebilirim. Parçalayarak bütüne ulaşma ve anlamı çoğaltma edimi var yazdıklarınızda. Gerçekliği parçalama da var.
Anlamı çoğaltmak, o sizin inceliğiniz. Bende her şey savruktur, darmadağınıktır. Tesadüfen öyle oluyorsa ne mutlu bana. O savrukluk bitmiyor. Evet, gerçekliği parça parça algılıyorum. Kaba bir örnek vereyim; kötü diye değerlendirdiğiniz bir insanı parçalara ayırdığınızda, iyi taraflarını gördüğünüzde bir vicdan azabı da duyuyorsunuz. Ya öyle değilse diye. Gerçekliği hiçbir zaman bütün olarak algılayamadım. Çok cepheli bir şey olduğuna inanıyorum. Biliyorsun seninle yıllar önce yaptığımız bir röportajda konuştuğumuz şeyler yüzünden azarlanmıştık. Yine öyle bir cümle kuracağım; en azılı katilin bile altında insani trajediler olduğuna inanıyorum.
Anlamı çoğaltmak derken, bu bizim gerçeğin başka bir düzlemine gitmemize de olanak sağlıyor. Sizin verdiğiniz örneklerdeki gibi…
Bu hiç hesap etmediğimiz, ölçüp biçmediğimiz, hiç algılamadığımız bir şey. Bilinçaltında duruyor ama bilincimiz algılamamış gözüküyor, o vakit gerçek tek bir şey olmaktan çıkıyor.
O zaman içerdeki gerçeklikle dışardaki gerçekliği de konuşmak gerek. Mesela annenizden söz ederken başka bir anne de çıkabiliyor karşımıza…
Evet, iki anne var, iki aşk var, iki baba var…
Gerçeğin parçalanmasıyla beraber ben’lerin parçalanması da söz konusu. Ya da o parça parça gösterdiğiniz ben’lerin, sonrasında bir bütün olarak karşımızda toplandığını görüyoruz.
Bir ben hariç, tüm ben’leri kabul ederim.
Hangi ben hariç?
Bu romanın faşisti kim besbelli. Onun baştan itibaren yeryüzüne kötülük olarak geldiğini, metafizik bir kötülük olduğunu vurgulamaya çalıştım.
Bunu okur bulsun diyelim. 'Ölünceye Kadar Seninim' romanındaki roman karakteri Süha Rikkat şimdiki romanınızda tekrar canlanarak karşımıza çıkıyor. Süha Rikkat hem gençliği hem de yaşlılığıyla var bu romanda. Kitabın kapağında da ikinizin gençlik hali var.
Kitabın kapak ressamıyla hiç tanışmadık, konuşmadık. O ne hissettiyse, algıladıysa onu çizmiş. Örnek olarak bana gönderildiğinde hiç ses etmedim: senin söylediğin sebepten dolayı. Tabii aramızdaki bütün yaş farkını silen bir şey olmuş. Zamanı silmiş.
Süha Rikkat’ı daha önce öldürmüştünüz romanınızda, şimdi diriltiyorsunuz. Bu bir yüzleşme arzusuna mı tekabül ediyor? 'Yalnız Evler Soğuk Olur' romanınızın da öldükten sonra yayınlanmasını vasiyet etmiştiniz ama yayınladınız. Süha Rikkat karakteri de bir yazar ve o da yaşlılığında bir vasiyet kitabı hazırlıyor. Roman karakteriyle bir anlamda özdeşlik kuruyorsunuz. İçinizdeki ben’lerden biri mi Süha Rikkat?
Süha Rikkat’in namuslu bir yazar olduğunu, benim yalan söylediğimi, bir türlü son kitabı yazamadığımı, hâlâ da yazmaya çalıştığımı söylüyorum. Üzerinde çalıştığım son roman bitmek bilmiyor. Niye bitmek bilmiyor bilmiyorum. Belki de varlık sebebimi yazmaya çalışıyorum. Ondan kaynaklanıyor olabilir. Nefes almamı o sağlıyor. Süha Rikkat bir devrin, bir anlayışın noktalandığını düşünüyor. Gerçek yaşamda bir bakıma esinlendiğim yazar Kerime Nadir’dir. O kendi anılarında “modern insanoğlunun aya çıkmasıyla bu dünyada romantizm ve her şey bitti”, diyor. Ben öyle düşünmüyorum. Bu korkunç çağda bile yazmanın bir kıymeti olduğunu düşünüyorum.
Romanda geçen an’ın donması, donmuş zaman ifadeleri anıları korumak mı yoksa bir şeyleri telafi etmek midir?
O an mutluysa, o donmuş olarak kalsın istiyorum. Mutsuzsa gitsin zaten. Olmayacağını bilmene rağmen öyle olacağını sanma inancını korumak bir nebze zamanı dondurma isteği.
Burada Süha Rikkat’e de gönderme var. Mutlu son yazma inadı var ya onun, siz biraz buna eleştirel gözle de bakıyorsunuz…
Evet, gönderme var. Bunun altında Süha Rikkat’in mutlu son arzusuna imrenme var. Gerçek hayatta sinemaya gittiğimde filmin sonu kötü bitecek diye ödüm kopardı. Romanda da aynı duyguya kapılırım. Sonu mutlu biten romanlar mutlu eder, sonu kötü bitenler kalbimi kırar. Mesela Muazzez Tahsin’in içli bir aşk romanı mutlu bitmiştir, bundan dolayı diğerinden daha çok onu severim.
Yazdığınız kurgu karakterlerden biri gerçek hayatta, gerçekten karşınıza çıksa ne düşünürdünüz?
Süha Rikkat’le karşılaşmam iyi mi oldu kötü mü oldu bilmiyorum. Ama bazen gerçekten yola çıkarak yarattığım karakterlerle karşılaştığım oldu. Kırk yılı aşkın bir yazarlık hayatım var. Olumlu bulduğum karakterlerin hayat karşısında bambaşka insanlar olduğunu görerek hayal kırıklığına uğradım. Ya da olumsuz bulduğum insanların da tam tersi olduklarını gördüm. Demek ki bazı insanları değerlendirmekte başarısız olmuşum. Haklarında yanıldığım kişiler oldu. Mesela romanda açgözlü olarak yansıttığım bir kişinin, gerçek hayatta öyle olmadığını, aslında bambaşka sebepleri olduğunu öğreniyorsunuz. Hayatın acımasızlığının yanında belki de Türkiye koşulları böyle yapıyor insanları. Sen ona değer vermişsin veya o sana değer vermiş ama ortaya değersizlik çıkmış. Türkiye’de genellikle böyle oluyor. Batıdaki gibi yerleşik değerler olmadığı için her an oynak bir zeminde duruyorsun.
Korku duygusu da ağırlıklı olarak yer alıyor romanda. Düş ile korku karışıyor. Düşün bitmesi midir korkuyu tetikleyen?
Toplumsal ortam korkuyu belirler. Anlattığım 12 Eylül dönemi. Oradan bir korku, yılgı kaldı bende. Arada Özal dönemiyle iyi kötü bir sükûnet dönemine geçildi. Diyebilirim ki bütün bu yılgı altmışlardan başlayıp iki binlere ve sonrasına taşmış, sarkmıştır. Bu süreçte belki bir tek Özal döneminde sükûnet olmuştur. O da kısa bir süre.
Romanınızda sıkça geçen bahçenin harap olması o yılgınlığı kapsasa da bahçe motifinin daha geniş anlamları da var. Yanlış kentleşmenin, betonlaşmanın, yapının bozulmasının temsili olarak da çıkıyor karşımıza. Sizin 'Bir Denizin Eteklerinde' adlı öykü kitabınızda da bir bahçe mimarı vardı. Oradaki bahçe metaforu da bireyin iç dünyasını onarmayı işaret ediyordu.
O bahçe mimarı hikâyenin sonunda intihar ediyordu. Bahçe meselesindeki betonlaşma, ruhun da betonlaşması anlamına geliyor. Her şeye rağmen, yarım yamalak da olsa bahçenin onarabileceğinin, bir ilaç olabileceğinin hayalini kurdum. Ondan herhalde, bütün hayatım boyunca her yazdığımda bahçe motifini kullandım.
Yarım yamalak kalmak, bu duygu fazlasıyla var romanda.
İyi niyetli başlayıp, betonun onu yok edişi var. Bahçenin bir işe yaramaması bu.
Bahçenin zaman olgusuna, bu bağlamda anılara dair göndermeleri de var. Zihin mekân ilişkisi de kurulabilir.
İçindeki renk renk çiçekler, benim hayatımın renksizliğine karşı bir renk. Çocukluğumun İstanbul’u bahçeliydi. Onun getirdiği izler var. Romanda bahsettiğim arka bahçe, bir zamanlar oturduğum evin karşısındaki bir arka bahçeydi. Ama aynısı değil. Zihnimin yarattığı bir bahçe var romanda.
Şu an oturduğumuz bu mekânın aşağısında bulunan Yoğurtçu Parkı’nın baştan aşağıya her mevsim çiçekleri değişirdi. Sonbaharda ateş çiçekleri, baharda sarı güller vs. Onları görmek zamanın iyi geçtiğine dair –yalan bile olsa– bir işaretti. Bahçeyle olan bağım buradan geliyor. Bahçenin kötülük getirmeyeceğini ama taşın, betonarmenin kötülük sembolü olduğunu düşünüyorum.
O yüzden mi yalnız evler soğuk olur? Yoksa başka bir anlamı mı var?
Bu romana isim bulamamıştım. Bambaşka sebepten dolayı koydum bu ismi. Bir gün Attilâ İlhan’ın olduğu bir mecliste, bulunduğumuz evin kaloriferi yandığı halde ben çok üşüyordum. Çok soğuk dediğimde Attilâ İlhan durdu durdu, “yalnız evler soğuk olur çocuğum” dedi. Onu oradan aşırdım. Çok çarpıcı ve beni de açıklayan bir şeydi.
Şu anda oturduğumuz mekândaki masa Oktay Rifat’ın masasıymış. Oktay Rifat’la ilk buluştuğunuz masada oturuyoruz. Şimdi siz de haftada bir buraya gelip o masada oturuyorsunuz…
İlk ve son buluşmamızdı Oktay Rifat’la. Aynı masada oturmak bir tesadüf. 1970’li yıllarda Oktay Rifat, “Bir Kadının Penceresi” romanını yayınladı. Onunla hiçbir tanışıklığım yoktu. Ben o romanı çok sevmiştim. Romanın girişinde fazlalık gibi görülen güzelim önsözü Fethi Naci yersiz bulmuştu. Bana sorarsanız romanın özüydü bu giriş. Bu roman hakkında birkaç yazı yazmıştım. O yazılardan birinde Oktay Rifat’ın yaptığı şeyin ne kadar yeni olduğunu, o baştaki alakasız gibi gözüken önsözün romanla ne kadar organik bir bütünlük içinde olduğunu ifade etmiştim. Bir vakit sonra Oktay Rifat gönderdiği kısa mektupta böyle algıladığım için bana teşekkür etmişti. Sonra, tesadüfen karşılaştığımızda akşam yemeğine Koço’ya davet etti beni. Ki benim de sık gittiğim bir yerdi Koço. İşte bu oturduğumuz masada oturduk. Bir yaz gecesiydi. Saatlerce oturduk. Onu ilk ve son görüşümdü. O gün bana yeni çıkan romanı Danaburnu’nu da getirmiş, “Selim İleri’ye kırk yıllık dost gibi” diye imzalamıştı. Çok etkilenmiştim. Bir zaman sonra Oktay Rifat’ı kaybettik. Oktay Rifat’ın çıkan her şeyini tekrar tekrar okudum.
Siz edebiyata, edebiyatçılara hep borçlu olma duygusunu taşıdınız. Biz de size borçluyuz, bunu da hatırlatmak gerek.
Ben edebiyatın bir zincir olduğunu inanıyorum. Birbirine iliklenmiş uzun bir zincir. İçinden birkaç halkayı kopardığınızda hepsi güme gider. Herkes birbirine borçlu bence.
Sizin eserlerinizde yalnızlık önemli bir tema. Yalnızlığınız yarattığınız karakterlerle de buluşuyor. Yazarın yalnızlığı kurgu karakterinin yalnızlığına tekabül eder mi?
Birçoğu insana sirayet etmiyor ama sizinle buluşmaya gelmeden önce sabahleyin bu son hastalığımla ilgili bir şey yaşadım. Bir anda saatler, olaylar, anılar hepsi birbirine girdi. O zaman insanın ne kadar yalnız olduğunu görüyorsunuz. Birçok şey var diyorsun ama yalnızlıktan öte bir şey yok. Birbirimizle konuşsak bile kendi yalnızlığınız dışında size cevap veren yok.
Evler hâlâ soğuk mu?
Buz, buz… Bunu sadece kendi evim için konuşmuyorum.
Son olarak, bu geçirdiğimiz ve pek de görüşemediğiz son yıllar hakkında konuşsak mı? Nasıl hissediyorsunuz kendinizi? Ne değişti?
Benim açımdan iki farklı durum var. İkiye ayırmak gerekir. Hem benim bedensel sağlık sorunlarıyla geldiğim nokta hem de Türkiye’nin geldiği nokta. İki cepheden de çok değişmiş ve tanımadığım yabancı bir toplumda yaşadığımı düşünüyorum. Bu bana korku veriyor. Kendi sağlığım açısından çok toplumun geldiği nokta beni endişelendiriyor. Bu sağdı soldu meselesi değil. Büyük bir değişim, başka bir yer olma durumu var. Boşlukta yaşayan, yarını düşünme konusunda son derece mutsuz, kayıtsız bir toplum olduk. Yirmi beş yıl önceki umut yok. Mesela kendimden örnek vereyim veya benden sonraki kuşak olarak sizlerden örnek vereyim: hepimizin edebiyata karşı garip bağlılığı ve umudu vardı. Aynı umut, aynı titizlik bizim için evet, hâlâ devam ediyor. Ama bunun sonucunda bir şey olacağına inanırdık. Şimdi bu inanç sarsıldı. Büyük bir hiçlik bu.