Ali Duran Topuz
Siyaset meydanında ölüye zulüm diriye zulüm
Bir konuşulanlar yani laflar var bir de uygulananlar yani gerçekler. Lafa gelince Kürt sorunu yok, iktidar için de yok muhalefet için de yok ve ikisi için de Kürt sorunu demek sadece Kürtlerin kime oy vereceğini belirlemeye çalışmak demek, tabii mümkünse Kürt olmayanlara oy vermelerini sağlamak. Bir hafta içinde meydana gelen olaylar, siyasetteki güzel lafların aslında neyi örttüğünü çok iyi gösteriyor gerçekte.
İHANET VE AHLAKSIZCA DAVRANIŞ: HALAY
"Vatana ihanet edenlerin kalem tutamayacağı üniversiteye hoş geldiniz." Laftaki afra tafraya bakın siz. Peki bu laf ne için? İhanet ne? Kalem tutmamışlar da ne olmuş? Lafı diyenler kalem tutmuş sanırsınız bir de. Olan şu: Karaman Üniversitesi’nde Kürt öğrenciler Kürtçe müzik dinliyor, halay çekiyor. Kendilerine "Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Ülkücüleri" adını veren faşist bir grup saldırıyor, gençleri dövüyor, sosyal medya hesaplarından zorla özür mesajı yayınlatıyor: "Ahlaksızca davranışımız nedeniyle mukaddes Türk halkından özür dileriz."
Kürt öğrenciler şehri terk ediyor. Bıçak, sopa, silah tuttukları için kayırılan faşist grup, Kürtçe müzik dinlenmesini, geçtim Kürtçeyi Ahmet Kaya dinlenmesini "ihanet" ve "Ahlaksızca davranış" sayıp Kürt öğrencilerin kalem tutma hakkını ellerinden alıyor.
Sonuç: Kürt öğrenciler evlerine döner, konu kapanır. Ne üniversite yönetimi açısından bir sorun var, ne savcılar hakimler açısından bir sorun var, ne iktidar açısından bir sorun var, ne muhalefet açısından. Terör denilen şey, Kürtlerin kimi zaman devletten kimi zaman devlet destekli ya da onaylı grupların elinden çektiği şey gerçekte.
REKTÖRÜN TEPKİSİ: ÜLKÜ OCAKLARINI ZİYARET
Eksik bilgi vermiş olmayayım: Karaman Valisi, "ilgili kurum ve temsilcileriyle toplantı yapmış" eksik olmasın, "olayın kabul edilemez olduğunu" söylemeyi de ihmal etmemiş. Karamanoğlu Mehmetmey Üniversitesi rektörü de tepkisini ildeki Ülkü Ocaklarını ziyaret ederek ortaya koymuş. Bir şeyler yapmak lazım tabii, Kürtlerin oyu herkese lazım. Ama işte bu kadar. Kürt gençleri darp edilmiş, telefonları alınmış, zorla mesaj yayınlatılmış, zincirleme suçlarla dolu bir saldırı, gözaltına alınan, tutuklanan yok. En az bir öğrenci memleketine dönmüş, HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’na, "Artık oraya gidemem" demiş, kime ne?
Vali tabii bir de Yunus Emre’ye başvurmuş, gerçekten çok ciddi bir önlem. Şu dizeyi hatırlatmış: "Ben gelmedim kavga için, benim işim sevgi için." E kavga için gelen kim, okumak için gelen kim, sevgi için gelen kim? Rektörün Ülkü Ocakları ziyaretine bakınca sevginin yönünün neresi olduğunu kolayca anlayabiliyoruz neyse ki.
Madem Yunus dedik, Yunus hadiseye dahil olan "beyler" için de söz söylemişti:
Gitti beyler mürveti
Binmişler birer atı
Yedikleri yoksul eti
İçtikleri kan olmuştur
ÜLKÜCÜ’DEN ÜLKÜCÜYE ŞİDDET
Ülkücülerin siyasal sahnede boy gösterme yöntemleri sadece Kürtler için geçerli değil, gerektiğinde Ülkücülere de aynı tarife uygulanabilir. Son örnek Kayseri’den geldi. MHP Kayseri Milletvekili Baki Ersoy Merkez Disiplin Kurulu'na sevk edilince, MHP Kayseri Kocasinan Belediye Meclis Üyesi Sedat Kılınç partisinden istifa etti. Vekilin disipline sevkinin haksız olduğunu düşünüyordu. Bir yerel yayına (Deniz Postası TV) çıkıp düşüncelerini açıklayacaktı. Program için gazetedeyken 50 kadar kişiden oluşan bir grup binayı bastı: "Bu program yapılmayacak." Engel olmaya çalışan gazeteciler de darp edildi, gazete "Kılınç alınıp götürüldüğü" haberini yaptı. Kılınç daha sonra Halk TV’ye bağlandı, kaçırılmadığını, kendi hastaneye gittiğini söyledi. Bir MHP’li, yani Ülkücü de olarak saldıranların "Ülkücülükle alakası olmayan kişiler" olduğunu söyledi elbette. Saldırıyı da "Alçakça" diye tarif etti.
Konuyla ilgisi olmasa da, olay başka bir ilde geçse de, Mehmetbey Üniversitesi rektörünün Ülkü Ocakları ziyaretini bu saldırıyla beraber düşünmek lazım belki de; öyle ya "Ülkücülükle alakalı" ve "alakasız" kişilerin kim olduğu, bir gece ansızın nerede zuhur edeceklerini bilmek pek kolay değil.
CENAZE ARACI DA YOK NAMAZ DA YOK
Hadise bir değil tabii ki.
Manisa Akhisar T Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan 63 yaşındaki Mehmet Sevinç, 5 Nisan’da vefat etti. Yüksek tansiyonu vardı ama tek kişilik hücreye konulmuştu. Hücresinde 3 Nisan günü sabaha doğru (iddiaya göre saat 03.30 sularında) baygın halde bulunmuştu. En önemlisi, hiper tansiyon hastasının neden tek başına hücreye konulduğuna dair tatmin edici bilgi verilmemesiydi. Zaten verilen bilgiler de tutarsızdı. Kısaca, cezaevindeki ölümlerin çoğunda olduğu gibi her şey kuşkuluydu. Aile hastanenin önünde beklerken kendilerine doğru dürüst bilgi veren olmadı. Beyin kanaması geçirmiş olduğunu, tesadüfen rast gelip sordukları bir hekim söyledi.
Mehmet Sevinç sağ iken gösterilmeyen özenin ölümünden sonra hiç gösterilmeyeceğini tahmin etmek ne yazık ki çok kolay. Aile cenazeyi almak istediğinde, devletin "tören" prosedürü de çalışmaya başladı. Elbette Mehmet Sevinç de, ona son görevlerini yapmak isteyen ailesi ve yakınları da "yurttaş" sayılmadığı için kurumlar cenaze aracı vermemeyi uygun gördü. Aile kendi imkanlarıyla cenazesini Kocaeli Darıca’ya getirdi. Yaşadıkları mahallenin camisinin imamı, cenazeyi yıkamayı da cenaze namazı kıldırmayı da kabul etmedi. Gerekçesi: Yasak. Yurttaş sayılmamak yetmez elbette, insan da saymamak lazım ki devletin Kürt politikası etkili olsun. Cenazeye katılanlara çeşitli engeller çıkarmak töreni izleyen gazetecilerin engellenmesi, törene katılan yurttaşlara "park cezası" kesmek de devletin cenaze törenine katılma biçiminin doğal sonuçlarıydı elbette.
AYSEL TUĞLUK SESSİZLİĞİ
Mehmet Sevinç’in sağken başına gelenler de ölünce olup bitenler de "cezaevi" denilen şeyin konu Kürtler olunca aslında ne olduğunu gösteren sadece bir olay. Sevinç gibi adı bilinmeyen ya da az bilinen çok insan var, aynı kaderi bekleyen ne yazık ki. Fakat bir de herkesin adını bildiği, durumunu bildiği üstelik parlamenterlik de yapmış önemli bir siyasetçi var, yani Aysel Tuğluk. Günden güne hafızası siliniyor, günden güne daha çok bakıma muhtaç hale geliyor.
Birçok kişi ve kurum kampanyalar düzenliyor, hukuki durumun açık olduğunu, bu zulmün bir an önce bitirilmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Elbette anlamadıkları için değil, tam aksine çok iyi anladıkları için bırakmıyorlar. Adli tıptır, infaz savcılığıdır, cezaevi yönetimidir, mahkemelerdir, ilgili ve yetkili kim varsa her adımda yeni bir numara uydurup hukukun gereklerini yerine getirmekten kaçıyor. Göz göre göre. İktidar yetkilileri sessizlikleriyle konuşuyor, bürokrasiye "Aferin böyle devam" diyor özetle. Muhalefet yetkilileri sessizlikleriyle ne diyor peki? Sorsak çok şey anlatırlar muhtemelen, ama işin özünde dedikleri şu: Ne olacak, yürürlükteki Kürt politikasına esasen bir itirazımız yok, hem sonra bize de terörist filan derler maazallah.
Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesi de yine ülkücülerle ya da başka bir bilinen gruplaç "alakası olmayan" kişilerin saldırısı nedeniyle mezarından çıkarılmıştı. Aysel Tuğluk bilinci yerindeyken yaşamıştı bu katmerli acıyı; hem ölüye hem diriye uygun görülen zulmün doğrudan hedefi yani. Yarın bir gün, AİHM de Aysel Tuğluk’a yapılanların ihlal olduğunu söyleyecek. Tıpkı bu hafta içinde Leyla Güven’in tutuklanmasının ihlal olduğunu söylediği gibi. İşte o zamana kadar kimsenin ağzını açmasına hiç gerek yok, o gün de en fazla "Biz biliyorduk" filan kabilinden bir iki kelam edilir en fazla.
"Helalleşme" siyasetinin özü de burada ifşa oluyor aslında: Mümkün mertebe "eskide" olanlar için helalleşmeden bahsetmek kolay, hali hazırda yürürlükte olan zulümler için ses etmeden beklemek en iyisi, yeterince zaman geçince elbette onlar için de gerekirse helalleşme konuşulur. Erdoğan’ın Dersim için dediği gibi, "gerekirse özür de dilenir" ama gerekmiyor şimdilik.
Osmanlılar idama "siyaset etme", idam meydanına "siyaset meydanı" derdi; bu lügat konu Kürtler olunca hâlâ geçerli ve aynı "siyaset" de yürürlükte, haftanın özeti bu.