Sokak köpeklerinin tarihsel çilesi

Devlet köpeklere karşı savaşını sürdürürken onları hep yine insanlar koruyor ve kolluyor. Çünkü şehir halkıyla köpekler arasında ‘korumacı’ bir ilişki var. ‘Kimsesiz’ bu canlıları geleneksel olarak seviyoruz.

Orhan Pamuk ‘İstanbul Hatıralar ve Şehir’ kitabında Batılı gezginlerin 19. yüzyıla kadar hakkında en çok yazdıkları şey olan Yeniçerilerin yok olduğunu, sonra diğer gözde konu esir pazarlarının kaldırıldığını, Mevlevi tekkesinin cumhuriyette yasaklandığını harem, Arap alfabesi, şehir içindeki mezarlıklar, sırt hamalları gibi yine seyyahların pek sevdiği egzotik şeylerin bittiğini yazar. Sonra şöyle devam eder: “Bütün bu ‘Batılı gözlemci-yok oluş’ sürecini iki şey kırabildi. Birinci takım, İstanbul’un arka sokaklarına hala hükmeden köpek çeteleridir. Batı askeri disiplinine uymuyorlar diye yeniçerileri yok eden II. Mahmut’un ikinci hedefi köpek çeteleriydi, ama başarısız oldu. Meşrutiyetten sonra Çingenelerin de yardımıyla yapılan bir başka reform hareketiyle, şehrin tek tek toplanıp Sivriada’ya sürülen köpekleri, oradan gene zaferle dönmeyi bildiler.”

Sokak köpekleri bizim kamusal hayatımızın bir parçasıdır. Sadece İstanbul’da değil, ülkenin her yerinde büyüklü küçüklü yerleşim yerlerinde yüzlerce yıldır onlarla birlikte hayat sürüyoruz. Şefkatle yaklaştığımız, başını okşayıp belki yiyecek bir şeyler verdiğimiz sokak köpeklerin bize dişini gösterdiği hatta saldırıp zarar verdiği halleri bile sineye çekeriz. Ancak köpeklerle ilişkimiz, Batılılaşma söz konusu olduğunda çetrefilli bir hal almıştır. Halk onları hep sevmiş, esirgemiş. Zaten Orhan Pamuk’un sözünü ettiği ‘zaferleri’ hep bu sayede kazanmışlar. Ama devletin köpeklerle savaşı 150 yıl önce başlamış ve bugüne kadar sürüp gelmiş…

Tanzimatla birlikte büyük kentlerde ve tabii ki özellikle İstanbul’da köpeklerden kurtulmanın yolları aranmış durmuş. 1806’da İstanbul’a inen Chateaubriand’ın ilk dikkatini çeken şeylerden biri de köpeklermiş. Lamartine, Amicis, Nerval, Thévenot gibi Avrupalı tanınmış seyyahların izlenimlerinde yer edinen sokak köpeklerine o zamanlar şehir halkı ve İmparatorluk yönetimi hiç aldırmaz. Ancak köpekler 19. yüzyılda Batılılaşma süreciyle birlikte sorun olmaya başlar. Çünkü Batı kentlerinde bizdeki gibi sokak köpekleri yoktur. Kimilerine göre 19. yüzyılda İstanbul’da 40-50 bin kadar sokak köpeği vardır. 1861-1876’da tahtta olan Abdülaziz döneminde köpekler ilk kez Sivriada’ya sürülür. 1889’da Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in ziyaretinden önce de bir girişimde bulunulur. Ama en fenası 1910’da yaşanır. Binlerce köpeğin sürüldüğü Sivriada, bu olaydan sonra Hayırsızada adını alır.

Tarihçi Ekrem Işın’a göre bu konuda Batılı elçilerin de etkisi olmuş. Hatta vaktiyle Bab-ı Ali çıkışı İngiliz elçisine saldıran köpekler, iki ülke arasında diplomatik bir meseleye bile dönüşmüş. O meşhur 1910 Hayırsız Ada sürgünü sırasında köpeklerin sokaklardan nasıl toplandığını ve en önemlisi şehir halkının nasıl da köpekleri korumaya çalıştığını ise Pierre Loti vaktiyle yazmış. Nitekim halkın tepkisini çektiği için devlet meselenin peşini bırakmış ve 1912’de, yani iki yıl sonra köpekler İstanbul sokaklarına dönmüş.

Siyaset bilimci Dr Mine Yıldırım’a göre sokak hayvanlarına uygulanan şiddet toplumsal şiddetin de arttığı dönemlerde yükseliyor. Yakın tarihte özellikle 12 Eylül’den sonra köpeklerin itlaf edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Aslında 1910 Hayırsızada sürgünü, o sırada köpeklerin çığlıklarının İstanbul’dan duyulması ve anlatılan vahşet sahneleri insanları o kadar etkiliyor ki uzun yıllar köpeklere karşı devlet bir şey yapmıyor. Bu dönemde Türkiye’de hayvansever dernekleri kurulup etkinleşiyor. Yine de belediyelerin ‘sağlık’ gerekçesiyle köpeklere karşı kıyımı bitmiyor. Mesela 1950’lerde Lütfi Kırdar’ın başkanlığı sırasında İstanbul Belediyesi’nin yıllık faaliyet raporlarında mutlaka katledilen köpek sayısı da matah bir şeymiş gibi yer alıyor…

Devlet köpeklere karşı savaşını sürdürürken onları hep yine insanlar koruyor ve kolluyor. Çünkü şehir halkıyla köpekler arasında ‘korumacı’ bir ilişki var. ‘Kimsesiz’ bu canlıları geleneksel olarak seviyoruz.

Ekrem Işın’a göre bunun temelinde dinsel nedenler yer alıyor. Evet köpek mekruh. Ama evde öyle. Sokak ise geleneksel olarak zaten kimsesizlere terk edilmiş bir yer. Oranın sakinleri de köpekler. Halk kültüründe köpeklere gösterilen koruyucu tavrın bir tür şefaat arayışıyla ilgisi var. Allah’ın yarattığı köpeklere iyi davranarak sevap kazanmak... Osmanlı İstanbul’unda köpeklerin sokaktaki varlığını faydacı gerekçelerle anlamlandırmak isteyenlerse onları ‘dört ayaklı belediye’ olarak tanımlıyor. Çöplerin sokaklara atıldığı o devirde, bunları yiyip kenti temizledikleri savunuluyor. Bir de her mahallenin köpek çetelerinin, bekçilik ettiği, yabancıları mahalleye sokmayarak orayı koruduğu görüşü var. Ama tabii bunların hepsi bahane, esasen mesele kültürel ve vicdani.

Şimdi konu yine gündemde. Üstelik bu kez belki de hiç olmadığı kadar sert tedbirlerle, yasayla köpeklerin itlaf edilmesi hedefleniyor. Ve işin akıl almaz yanı bunun faili yıllardır Türkiye’yi yöneten müslüman muhafazakarlar… Onca yılda bu sorunu çok daha insancıl biçimde çözmek mümkün olabilirdi, bunu bir yana bırakalım. Ama Türkiye’de sokak köpeklerin varlığı tamamen geleneksel, Türklerin ve Anadolu’daki diğer müslüman toplumların benimsediği kültürel bir konu olmasına rağmen şimdi o kitlenin gözde siyasi partisi ve lideri Osmanlı’nın Batıcı aydınları gibi sokak köpeklerini yok etmek istiyor… Karşısında ise, Türkiye’yi bir tek sokak hayvanları hariç her konuda Batıyla kıyaslayıp Batıyı örnek alan modernleşmeci kitle yer alıyor. Sokak köpekleriyle 150 yıllık meselemizin belki de en garip ama şaşırtıcı olmayan sayfasını yazıyoruz…

Karşı olduğu her şeyi kaldırarak, yasaklayarak, engelleyerek, tutsak ederek çözmeye alışmış iktidar bu kez de sokak köpeklerini hedef alıyor. Umuyorum milyonlarcasının itlaf edilmesini hedefleyen yasa Meclis’ten geçmez. Geçerse de uygulanma olanağı bulamaz…

Meraklısı için öneri:

https://acikradyo.com.tr/istanbul-ansiklopedisi/istanbulun-sokak-kopeklerinin-uzun-yuzyili


Cem Erciyes kimdir?

Gazeteci, yayıncı. 1971 doğumlu Cem Erciyes, İzmir Bornova Anadolu Lisesi’ni ve Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe 1992’de Dünya Gazetesi’nde başladı. Dünya Kitap dergisi ve kültür sanat sayfalarında çalıştı. 1997 yılında Radikal’e geçti. Kültür Sanat Editörü ve Radikal Kitap Eki Yayın Koordinatörü, Ek Yayınlar Yönetmeni gibi görevler üstlendi… 2016 yılında Doğan Kitap’ın yayın direktörlüğünü üstlendi. Halen bu işi yapıyor. Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yazıları yayımlandı. TRT’de, Açık Radyo’da kültür sanat ve tarih programları hazırladı, sundu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cem Erciyes Arşivi