'Tüh o asrın gayretsiz adamlarına!' denildiği zaman
Medya ve sivil toplumun görevlerini yerine getirmediğini, muhalefetin manevra kabiliyetinin son derece kısıtlandığını ve yer yer korku duvarına teslim olduğunu görüyoruz.
1930-32’leri hatırlayalım; Toplum bir taraftan Zilan Katliamı, Menemen Hadisesi, Türkçe ezan, hutbe ve Kur’an’ın camilerde ‘kanunla’ zorla okutulması gibi rejimin jakoben icraatlarıyla boğuşurken diğer taraftan da yeni kurulan Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi Kemalizmin ideolojik aygıtlarıyla tanışıyordu. Güneş Dil Teorisi gibi yapay kuramlar arasında Kürdçe’nin fiilen yasaklandığı, "Türk ırkı dışında hiçbir kimsenin etnik veya ırksal herhangi bir hakkı talep edemeyeceği ve Kürdlerin yoldan çıkan dağ Türk’ü olduğu"nun resmi ağızlardan (İ.İnönü) dillendirildiği, muhalefetin olmadığı tek parti diktatörlüğünün zifiri karanlık 25 yıllık devrinden sadece üç yıllık kesitti o yıllar.
İşte o yıllarda Şeyh Said Hadisesi bahane edilerek sürgüne gönderilen nice Kürd ağa, şeyh ve beg arasında Kürdlerin meşhur büyük alimi Seîdé Kurdî de Barla’daydı. O’nun sürgün yeri çok sinsice tespit edilmiş, yol gitmez-kervan geçmez diyebileceğimiz Isparta’nın küçük bir köyüydü. Said-i Nursi, yazıp düşündürdükleriyle, dik duruşuyla, sabırlı, onurlu yaşamıyla nam-ı diğer Bediüzzaman; Kürdün, dindarın, muhalifin kısacası rejim tarafından ötekileştirilip ezilmişlerin umudu haline gelmiş cazibeli, ğarip bir kişilik. Belki de bu kapsayıcı, sıra dışı kimliğinden dolayı laik geçinen, seküler, Türkçü, genç Cumhuriyet’in şimşeklerini üzerine çekmiş; despot devrin hapis, zehirlendirme, tecrit gibi tüm zulüm ve keyfiliklerine maruz kalmıştır.
İşte günümüzde olduğu gibi herkesin sus pus olduğu, tüm toplumun korku elbisesini giydiği ve keyfiliklerin ayyuka çıktığı 1930-32’lerde kendisine "Niye Arapça kamet ediyorsun, Türkçe kamet et!" diye (emr-i vaki) teklif edilince dönemin korku imparatorluğunu yıkacak çok cesurca bir risale kaleme alır ve 29. Mektubun Altıncı Kısmı’nın Zeyli’ne şöyle başlar:
[İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem (herkese gösterilmeyen) zeyil (ek) yazılmıştır. Yani "Tüh o asrın gayretsiz adamlarına!" denildiği zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır.
Avrupa'nın insaniyetperver (insancıl) maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette "Yaşasın Cehennem" dedirten mimsiz medeniyetperestlerin (medeniyetin anlamına zıt giden alçakların) başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.]
Firavnmeşrep komitenin reisleri dediği dönemin idarecilerine sorduğu altı soruda; Kürdlerin Türkleştirilemeyeceğini, Şafiilerin de Hanefileştirilemeyeceğini, her türlü asimilasyonist icraatın keyfilik ve vahşilik barındırdığını, Türkçülüğün bütün bütün zarar olduğunu, ehl-i namus ve hakiki dindar Türk ve Hanefilerin de bu tekçiliği kabul etmeyeceklerini, özgürlük çağında yaşadıklarını kısacası İslam’a ve tüm Dünya’nın kabul ettiği evrensel ilkelere de ters giderek sonuçta başarılı olunamayacağını yüzlerine haykırmıştır. Yaşamı boyunca O’nun şiarı hep şu olmuştur: "Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşamam!"
Şimdi yıl 2018 ve aslında o yılların geri döndüğünü söylemek için yalnız ezanın Türkçe okutulması mı kaldı? Diye insanın aklından geçmiyor değil! Müslümanların fikren Ortaçağ’da kalıp sureten Özgürlük-Bilgi Çağında gezinmeleri gibi Türk siyasal aktörlerinin de tek parti döneminden bugünlere sadece ceset değiştirdiğini fakat ruh ve mantalitenin büyük oranda değişmediğini belirtmek gerek. İşte günümüz Türkiyesi'nde vergi veren, askerlik yapan yetmedi lokantada yemek yiyen 20 milyon Kürdün anadilinde eğitim gördüğü bir tek ilkokulu bile yok, hala Kürdçe tabelalar sökülüyor, ülkede "Savaşa hayır, Barışa evet!" demek hala hakaret ve hapis sebebi. OHAL, KHK’lar, hapisteki bebekler, tutuklu aydın, gazeteci, akademisyen, belediye başkanları ve siyasiler derken vakıf yöneticilerinin ve vazifeleri ‘yaşama hizmet’ etmek olan doktorların gözaltına alınması… Ve biz şimdi ikinci A. Hamid’i de bıraktık artık İttihatçıların ‘Kızıl Elma’sını tartışıyoruz.
Böyle halkın nefessiz kaldığı dar boğazlarda siyasal muhalefetin bir çıkış yolu bulması beklenir. Ama medya ve sivil toplumun görevlerini yerine getirmediğini, muhalefetin manevra kabiliyetinin son derece kısıtlandığını, onun da yer yer korku duvarına teslim olduğunu görüyoruz. İşte şöyle karanlık, facia zamanlarda az da olsa insani, İslami onurlu çabaların elbette alkışı, takdiri hak ettiğini teslim etmek lazım.
150 bin (haydi aktif olan 90 bin diyelim) STK içerisinde sadece 3-4 tanesinin en masumane bir bildiri ile ‘Savaş olmasın-Barış olsun’ diyebildiği bir ülkede sadece cesur değil aynı zamanda hakperest 170 insanla beraber insanlığa, vicdana, barışa, "müsbet hareket"e imza atmak lazımdı ki gelecek nesillerden "tüh!" tükürüğünü yemeyelim ve Bediüzzaman gibi hakperest ve özgürlük sevdalısı zatların maziden, ta 1930’lardan gönderdiği hürriyet ve barış selamını alabilelim.
Evet makaleyi yine O’nun umut vaad eden sözlerinden biriyle bitirelim:
"Bir gün doğar elbet şems-i hakikat. Hiç böyle müebbet mi kalır zulmet-i alem!"