Üzerinde Kürt gömleği vardı Kemal’in, başka bir şey değil

Ne çok Kürt, içinden de olsa, bu cümleyi kaç kere kurmuştur, bilseniz… Polis kontrollerinde "Bir canımız var, alın onu da, yeter artık be!" diye kendi içinden çok defa haykırmış olanlar anlarlar Kemal’i.

Nurcan KAYA

Bu, şairler, şiirler ve ‘sıradan’ yaşamların şiirselliği üzerine bir yazı olabilirdi. Hayat, şairane bir edayla, baharda tomurcuklanan dallarla, ışıldayan güneşle, ülkede yaşanan her şeye rağmen ‘buradayım’ mesajı veren insanlarla, "Evet, bazen çok kötüyüm ama sandığınızdan daha fazla şiirsellik ve umut var bende, yeter ki görmek isteyin" demekteydi zira.

Newroz günü, yani 21 Mart, aynı zamanda Dünya Şiir Günü’ymüş meğer, bilmiyordum geçen haftaya kadar. Bu özel gün nedeniyle sosyal medyada paylaşılan şiirler; tesadüf, arka arkaya gösterime giren, benim de geçen hafta izlediğim, biri tanınmış, diğeri hayali şairlerle ilgili filmler, okuduğum şiir tadında öyküler geçtiğimiz günlerde başka bir ruha geçmeme sebep olabilirdi… Biri, yıllarca şiirlerini okuduğumuz, solcu olmaya çalıştığımız üniversite yıllarında duvarlarımızı süsleyen bazı şiirlerin sahibi olan bir şairin iki yılını biraz da eleştirel bir şekilde anlatan bir filmdi. Diğeri, çok sıradan bir semtte, sıradan, hatta sıkıcı denilebilecek bir hayat yaşayan, çok sıradan bir otobüs şoförünün şair ruhu ve sıradan hayatların şiirselliği üzerineydi. Her gün aynı saatte uyanıp yattığımız, aşağı yukarı aynı şeyleri yaptığımız için monotonluğundan şikâyet ettiğimiz hayatlar yaşıyor olabilirdik ama bir kibrit kutusundan yola çıkarak şiir yazacağımız kadar şiirsel ve derinlikli olabilirdi hayat. Ve belki de en büyük mutluluk gözlerin değmediği o şiirlerin dünyanın en kıymetli eserleri olduğunu düşünen biriyle paylaşmaktı hayatı. Geriye kalan her şey, sahip olduğumuz ya da olmadığımız her bir şey, uzay boşluğunda bir süreliğine salınıp duran saçmalıklardı belki de. Böyle hissediyor, bu duyguları uzun uzun yazarak paylaşıyor olabilirdim sizlerle, belki de…

Ama bu yazı, şairler, şiirler ve hayatın şiirselliği değil; çantasında şiir kitabı taşıyan bir delikanlı hakkında. Şiir okumayı, müzik dinlemeyi, keman çalmayı ve futbolu seven Kemal Kurkut hakkında.

Bu ülkede yaşayan yaklaşık 80 milyon insandan biriydi Kemal. Üstü çıplak, elinde su şişesi ile arkasından vurulduğu anı gösteren fotoğraflarla tanıdık biz onu. Daha önce değil. Bu ülkede insanlar keman çalarken, şarkı söylerken, bir maçta tezahürat yaparken, gülerken, deliler gibi dans ederken değil, ölürken haber olurlar çünkü.

Muhtemelen engellerler diye ailesinden habersiz Newroz’a katılmaya gelmişti Amed’e. Sıkıntılı günler geçirmiş bir dönem, öyle demiş amcası. Bu ülkede yaşayan hemen herkesin yaşadığı gibi. Arama noktasındaki polislerin ‘alışık’ olduğumuz aşağılayıcı muamelelerine dayanamayacak haldeydi belki de. Polislerin bazı davranışlarına dayanabilmek için ‘normal’ insandan başka bir şey olabilmek, hiç çatlamayacak cinsten bir sabır taşı olmak gerekiyor zira bu ülkede.

Newroz’u kutlamak için gelmişti Amed’e. Belli ki aranırken maruz bırakıldığı muameleye bir tepki verdi önce. Vurulmadan önce "Ne var ne, üzerimde ne var?"  diye haykırışından belli derdinin ne olduğu. Ne çok Kürt, içinden de olsa, bu cümleyi kaç kere kurmuştur, bilseniz… Polis kontrollerinde "Bir canımız var, alın onu da, yeter artık be!" diye kendi içinden çok defa haykırmış olanlar anlarlar Kemal’i. Daha önce hiç karşılaşmamış, hiç konuşmamış olsalar da anlarlar.

Önce canlı bomba şüphesi vardı dediler. Üstten çıplak fotoğrafları basında ve sosyal medyada yer alınca, "Elinde bıçak vardı, dur ihbarına uymadı" dediler. Parça parça döküldü gerçekler ortaya. Kemal vurulduğunda çanta yoktu sırtında, ya da yanında. Polislerle tartıştıktan sonra almıştı eline o bıçağı da. Boş bir yere koşuyordu sadece.

Satır satır ne yaşandığını bilmiyor olabiliriz ama bildiğimiz bir şey var ki bir genci öldürdü bu ülkenin bir polisi. Arkadan vurarak hem de. Bunun ‘aşırı güç kullanımı’ sonucu gerçekleşen bir cinayet olduğunu anlatmaya, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ilgili kararlarını hatırlatmaya hicap duyar insan. Gözlerin önünde, öyle pervasızca bir genç öldürüldü çünkü. ‘Aşırı güç kullanan’ polisin ve esnafın kutlandığı, Kürtlere yönelik nefretin seçim malzemelerinin en çekicilerinden biri haline geldiği, Kürt nefreti üzerinden milli mutabakatın kolayca sağlandığı bir ülkede elbette polisin bir Kürt gencini öldürmesinden daha ‘normal’ bir şey olamazdı. Yetkililer de en çok biraz ‘üzgün’ olabilirlerdi.

Ölümsüz bitemezdi bir Newroz. Yüreğimiz ağzımızda kutlamaya çalıştığımız Newroz gününde umudu vakarla çoğaltmaya çalışan Kürtlerin ‘Ben buradayım!" dediği için ödediği diyetti Kemal. Ölmek de yetmezdi ona bu yüzden. Cenaze aracı ve mezar yeri verilmemeli, morgun suyu kesilmeli, ölüsüne ve ailesine elden gelen her şekilde eziyet edilmeliydi.

Newroz’u kutlamak için gelmişti Amed’e. Unutmuştu belki bu ülkede çocukların bayramlarda da öldürüldüğünü…

"Ne var ne, üzerimde ne var?" diye haykırıyordu Kemal. Üzerinde Kürt gömleği vardı Kemal’in. Onu çıkarıp atmadığı için geliyordu bütün bunlar başına.

Şiir okumayı seviyordu Kemal. Oysa ne şairler, ne şiirler, ne şiir okuyanlar, ne de şair ceketli çocuklar seviliyordu bu ülkede. Bir bir yok etmek gerekiyordu hepsini ve arkalarında bıraktıklarını. Onun içindir ki Kemal’in vurulduğu günlerde Ahmed Arif’in heykeli de parçalanıyordu. Onun için bu topraklarda tam yüz yıldır katillerin isimleri veriliyordu sokaklara, bulvarlara, şairlerin değil. Onun için katillerin değil, Ahmed Arif’in adının bir bulvara verildiği Amed’de yaşanıyordu bu cinayet.

Onun için bu ülkede Ermeni, Rum, Kürt bir şairin ismi ya da dizeleri değil, siyasi liderlerin vecizeleri ve katillerin isimleri biliniyordu sadece.

Onun için ölmeyi yüceltirken öldürmeye devam ediyorlardı.

Onun için bu ülkede şairler, şiirler değil, öldürülen çocukların hikâyeleri haberlere ve yazılara konu oluyordu…

Öldürmekle bitiremiyorlardı oysa ki. Kendi dillerinden,şiirin dilinden cevap veriyordu onlara öldürülenler…

—-

Halkım ben, parmakla sayılmayan

Sesimde pırıl pırıl bir güç var

Karanlıkta boy atmaya

Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa

Tohuma dururlar yeniden

Ve halk, toprağa gömülü

Tohuma durur bir yerde

Buğday nasıl filizini sürer de

Çıkarsa toprağın üstüne

Güzelim kırmızı elleriyle

Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.

 

Buğdayın Türküsü, Pablo Neruda

Önceki ve Sonraki Yazılar
Nurcan Kaya Arşivi