Erol Köroğlu
Vazgeçmeme halleri
Adım Erol Köroğlu. Boğaziçi Üniversitesi’nde yeni Türk edebiyatı doçentiyim. Bu dünyada pek çok kişi için lüks olan bir alanda, romanlardan, şiirlerden söz ederek, edebiyat hakkında ahkam keserek ülkenin bu elit mi elitist mi, ne olduğu belirsiz, bir zamanlar Robert’in laik ama yine de misyoner sanılan kolejinden gelen, 50 yıldır da kamu üniversitesi olan şahane kampüslü bu okulda, Boğaz’a karşı fütursuzca Namık Kemal, Peyami Safa, Adalet Ağaoğlu, falan filan diyorum.
1 Ocak 2021’de üniversitemize tepeden, doğrudan cumhurbaşkanı tarafından bir rektör atandığından beri de, dayatma olarak kabul ettiğimiz bu duruma karşı çıkan, karşı çıkmak için rektörlüğe sırtını dönerek duran, ilk günden itibaren "kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz" diye olumsuz olumsuz konuşan akademisyenlerden biriyim.
Üstelik sayın cumhurbaşkanı bizim karşı çıktığımız ve liyakatini sorguladığımız rektörü, bir gece ansızın ve kendisine sormadan görevden affettiği ve sonra da yıllardır okulun hocası olan, yani işte bizden biri olan saygın bir fizik profesörünü rektörümüz olarak atadığı halde kabul etmemeye, vazgeçmemeye cüret ediyorum. Yani öyle nalet bir yeriz ki, sayın Bulu’dan sayın İnci’nin rektörlüğüne geçtiğimizde, bu kabul etmeme, vazgeçmeme inadındaki akademisyen sayısı azalmadı bile.
Yasayı hiçe sayıyoruz ve ülkemizde rektör atamasının tek mercii olan cumhurbaşkanının üniversitede tek yetkili olmak üzere belirlediği rektöre karşı çıkıyor, o ve yardımcıları hakkında dava üstüne dava açıyor, yönetimin her yaptığını eleştiriyoruz da eleştiriyoruz. Vatandaşın vergileriyle maaşımız ödeniyor, biz bütün gün hiçbir şey yapmadan orada cüppelerle dikiliyor, üniversitemize adeta birer nimet olarak açılan hukuk ve iletişim fakültelerine, veri bilim ve uzay enstitülerine karşı çıkıyoruz.
Bu neyin inadı? Kim var arkamızda? Neden cennet vatanı gerektiği şekilde sevmiyor yahut sevemiyoruz? Neyi kabul etmediğimiz iyi kötü anlaşılıyor da, biz neden vazgeçemiyoruz?
Buraya kadar dalgasını geçtiğim bu konularda Boğaziçi Akademisyenleri 15 aydır açıklama üretiyor, kendilerine gelen her soruyu yanıtlamaya uğraşıyor, ne yapıp ettiklerini yazılı ve sözlü olarak herkese anlatmaya çalışıyor, her Cuma bir bülten hazırlayıp okuduktan sonra medyaya yolluyor, raporlar hazırlayıp kamuoyuna sunuyor, sağır olmayı seçmeyen kulaklara ve mühürlenmemiş kalplere ulaşmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Lahanasını övmek için "baklava dilimi gibi" diyen üreticiye Canan Karatay’ın "baklava deyip beni dellendirmeyin" dediği gibi, siz de ne olur, bütün gün dikiliyorlar deyip beni dellendirmeyin. Fırsatı olan öğle yemeği zamanında, 12:15-12:30 arasında 15 dakika duruyor orada. Ondan önce ve sonrasında herkes laboratuvarında, sınıfında, ofisinde…
+Gerçek’teki yazılarımda bunlara değineceğim. Sadece Boğaziçi’nden ya da üniversiteden bahsetmeyeceğim, başka konulara da gireceğim ama üniversite benim varoluşumu belirleyen bir koşul, o yüzden hep onu söz konusu etmem kaçınılmaz. Şimdi denk geldi söyleyeyim, benim vazgeçemediğim konulardan biri üniversite. Akademisyenlik beni ben yapan kimliklerimden biri.
Fakat hemen şimdi, ben neden vazgeçemiyorum, hızla ondan söz edivereyim. Şu anda bu memlekette sol politik yönelimi olan bir küçük burjuva olarak yaşıyorum, amenna, ama ben yoksul bir ailenin çocuğuyum. Beş yaşındayken annemin konfeksiyon atölyesine götürülüyor, onlarla geçiriyordum tüm zamanımı. 1980’de atölyeyi satıp zar zor ve borç harç bir ev aldılar. Polislikten emekli olan babam, pazarlarda oyuncak ve terlik sattı. Fatih Camii’ne çıkan merdivenlerde, birbirine paralel sokaklarda renkli plastik bilezikler satardık ve ben 5 tane alana bir tane bedava vererek babamın sermayesinden, daha fazla satış yapmış olurdum.
1987’de Boğaziçi’ni kazandığımda, daha o zamandan yaygınlaşmış hazırlık kurslarına gitmem maddi olarak mümkün olmamıştı. Sanırım dile olan yeteneğim sayesinde belki sondan ikinci filan olarak Boğaziçi Türk Dili ve Edebiyatı’na girdim. Boğaziçi’ni kazandığımı duyan tanıdıklar "ooooo, ne güzel!!!" diyorlardı. Türk dili ve edebiyatı deyince de "aaaaa, hay Allah!" diyorlardı. Hırs yapıp uluslararası ilişkilere geçmeye çalıştım. Ancak hem iyi bir öğrenci değildim hem de okumak için çalışmam gerekiyordu. Geçemedim, kaldım edebiyatta.
1987’de üniversitenin kütüphanesine çok az yeni kitap gelirdi ve giriş katında aylar boyunca bir masada sergilenirdi. Orada ilk defa Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış"ının ilk cildini gördüm, ödünç aldım ve okuyunca "ben de böyle yazmak istiyorum" dedim. Hocalarım fena yazmadığımı düşünüp, beni teşvik ettiler. Mezun olacağım sırada, çalıştığım lokantanın sahibi beni kâra ortak ederek işe almayı önerdi. Yüksek lisansı da istiyordum ama para yoktu. En çok da annemi düşünüyordum. Fazla para kazanamayacağım akademisyenlikle anneme ileride gerektiğinde destek olabilecek miydim?
Annem bir gün bana dedi ki, "babanın emekli maaşı var, sen istediğin şeyi yap." Artık o zaman emekli maaşı şimdikinden daha mı farklı bir şeydi, yoksa ben mi sayı saymayı bilmiyordum, geçelim, annemden bu lafı duyunca yüksek lisansa girdim. Bundan 29 sene önce oldu bunlar. Okuduğum her satırı kanımla canımla okudum. Üniversitede, sınıfta, kütüphanede geçirdiğim her anı içe içe yaşadım. 22 yaşımda lisans bitirme tezimi yazarken "yazdıklarımla dünyayı değiştireceğim" diyordum. Dünya benim umduğum biçimde değişmedi. Ben değiştim.
İyi bir akademisyen olmak için bilmem kaç kuşaktır okumuş aileden gelmelisiniz, evde bilmem kaç bin kitaplık kütüphane olmalı gibi saçmalıklar yumurtlayan hamhalat ve kafa karıştırıcı akademisyen eskilerine inat, 1968 sonrasının yükseköğretime getirdiği iyi şeyi, demokratikleşmeyi sonuna kadar yaşayan kuşaklardan oldum. Kitaplar okudum ve o kadar lezzet aldım ki, hem hayatım değişti hem de sınıfıma gelen her vatan evladı benim kadar zehirlensin, hayatları değişsin diye elimden geleni ardıma koymadım.
Fakat yükseköğretimdeki demokratikleşmenin hemen ardından gelen metalaşma da benim ve benim gibilerin tepesinde sallanan kılıç oldu. Hayata bin kere yeniden gelsem hepsinde akademisyen olurum. Ama bu neoliberal dönemin pazarlanabilir bir hizmet olarak yükseköğretim ve emtia olarak diploma anlayışına da her defasında düşman olacağım kesin.
Benim Boğaziçi’nde kokusunu aldığım ve tüm engellere ve eksikliklere rağmen gördüğüm pek çok kişiyi cezbeden üniversite farklı bir yer. Melek değilsiniz, hepiniz kocaman egoların sahibi oluyor, en nitelikli çalışmaları üretmek için deli divane oluyorsunuz orada. Kimselerin aklını beğenmeyeceksiniz size kalsa. Fakat bir işleyiş ve bir görgü de var. Sözünüzün ya da ürettiğiniz bilimin sizden öncekiler ve sizden sonrakiler arasında mütevazı bir halka olmaktan ibaret olduğunu da görüyorsunuz. Sağlam bir halka olmaya adıyorsunuz hayatınızı.
Diğer üniversiteler eskisinden şimdiki sözde yenisine YÖK düzeni içerisinde pişirilir ve kıvama getirilirken, bizler Boğaziçi’nde özgür, özerk ve katılımcı üniversite adına hiç değilse ilkeler belirliyor ve elbette sorunları olan bir demokratik yönetişimi yürütmeye çalışıyorduk. Başımıza Bulu atanınca, 2012’de üniversite senatosu tarafından onaylanarak kayda geçirilen akademik ilkeler temel dayanağımız oldu.
Bugün bütün dünyada üniversite ticarileşme belasıyla uğraşıyor ve zarar görüyor. Ancak bazı felaket ötesi örnekler bir yana, buradaki kadar yozlaşma ve zıvanadan çıkma hiçbir yerde yok. İstendiği kadar yasal değişiklikler yapılsın ve bin bir Ali Cengiz oyunu oynansın, biz var olan durumu normalden sapma olarak görüyor, sadece bize değil, tüm Türkiye yükseköğretimine bunun dayatılmasını kabul etmiyoruz. Vazgeçmediğimiz şey, bin yıllık bir tarihe dayanan ve 500 yıllık modernitenin en önemli getirilerinden olan üniversitenin ta kendisi. İyi ve doğru olandan vazgeçilebilir mi? 40 yıllık YÖK’e dayanıp doğrudan mı sapalım?
Vazgeçmeme hallerimiz buradan başlıyor. Elbet başka yerlere de gidecek. Vazgeçmediğimiz zaman olumsuzluk peşinde değiliz. Olumlu olandan vazgeçmiyoruz. Vazgeçmeyeceğiz.