Erol Köroğlu
Yalanlarla yaşamak ya da yaşamamak…
Geçen haftanın yazısı şöyle bitmişti: “Yalanlarla yaşamaya itilmişken doğru bir hayatı kurabilir miyiz? Mümkün değil mi? Haftaya buradan devam edelim.” Yalanlarla yaşama meselesi nereden kaynaklanıyor? Bunu abartıyor muyum? Hayır, abartmıyorum. Bugün Türkiye’de yaşamakta olduğumuz çok yönlü krizin üst yapısal düğüm noktası ya da bam teli burada yatıyor. Türkiye’de demokratik, ilerici bir siyaseti varkılmayı ve geliştirmeyi hedefliyorsak, son seçimden sonra bir işe yaramadığını gördüğümüz “her şey çok güzel olacak, yine baharlar gelecek” iyimserliğini bir yana bırakmamız ve ciddi biçimde tartışmamız, gerekiyorsa da kavga etmemiz gerekiyor. Zira birbirimizin yanlış düşündüğünü, hataya düştüğünü düşüne düşüne, öyle değilmiş gibi bir araya gelmeye çalışıyoruz. Bu da işlemiyor.
Yalanın, çarpıtmanın tillahını üretmekten ve çoğaltmaktan asla kaçınmayan bir muktedir karşısında, biz de utangaç utangaç, çekingen çekingen birbirimizin yalanlarını idare ederiz diyerek yeni bir dil ve eylemlilik üretmemiz mümkün değil. Ortada su içer gibi yalan söyleyebilen, her tür yıpratma ve lekeleme çabasına en küçük bir tereddüt ve soru işareti taşımadan girebilen, eleştirel sesleri, hakikati anlatan ve
savunanları görünmez kılmak için, aslında kamuya, yani tüm topluma ait maddi kaynakları keyfince saçabilen bir anlayış var. Hakikat sonrası, şusu busu diyoruz. Yalancılık ve sahtekârlıkta ayyuka çıkmak, aymazlığın son raddesine varmak demeliyiz aslında. Ve artık uzlaşmamayı seçmeliyiz. Hakikate değen bir sözünüz varsa, korkuyla ilişkinizi yeniden düşünmenizde yarar var. Hakikat korkarak söylenmiyor zira. Ya da utangaçça.
İKİYÜZLÜ VE YALANCI DEĞİL MİYİZ?
Bir sözünüz ve toplumun geleceğine dönük bir iddianız varsa, evet, dert anlatmak zorundasınız ve bu ancak yeni bir kavramsal çerçeve kurabilirseniz mümkün. Bilginize, değerlendirmenize, karşıt tanıklıklar ve belgelere dayanarak yalan olduğunu bildiğiniz bir konumla, sırf maddi kaynakları ve toplumsal desteği yüksek, filanca kesimler tarafından destekleniyor diye, yumuşak bir biçimde ilişkileniyorsanız, niyetiniz o değilse bile, ikiyüzlüce davranmış oluyorsunuz. Bugün sağın diliyle konuşmaya çalışan solun durumu budur. Cinsel kimlik ve yönelimler konusunda da böyledir, etnik ve kültürel haklar konusunda da böyledir, ekonomi ve emek meseleleriyle ilgili de böyledir. İnandığı gerçeği söylerse dayak yiyeceğini düşünen ve gerçeği yumuşatarak söyleyeceğim derken önce ikiyüzlüye, sonra da yalancıya dönüşen bir solla karşı karşıyayız.
Birkaç haftadır yazdığım konuları bir hatırlayın. Ermenileri sürmüşsün ve sürgün yollarında erkeklerini kesmiş, kadınlarına el koymuş, çocuklarını sersefil ortalıkta bırakmışsın. Birkaç romancı ve sözlü tarih çalışan insan dışında kimse bunları konuşmamış. Çanakkale’de 15 yaşındaki çocuklar şehit oldu diye yalan uydurulmuş, bir sürü insan kanıtlarıyla bunun yalan olduğunu belirttiği halde, yalanı söyleyen ve çoğaltan kurumlar belliyken, kimse kalkıp “vay arkadaş, çocukların savaştırılabileceğine, savaşlarda katledilebileceğine dair algı oluşturan zebaniler misiniz?” dememiş. Hâlâ da demiyor. O yalanlar üzerinden çoğaltılan şehitlik propagandaları, 15 Temmuzlarda ilköğretim okullarına kadar sokuluyor, çocukların kafasına işleniyor.
Geçen hafta linkini paylaştığım 15 yıl önce YouTube’a yüklenmiş ana haber parçasını hâlâ izlemediniz mi? 1940’larda çekilmiş görüntüleri Kurtuluş Savaşı’ndan diye yutturmaya çalışan ulusalcılık 2002 sonrasında, iktidara gelen AKP’yi yıpratmak için cumhuriyet mitingleri düzenlemedi mi?
İZMİR'İ İYİ SAATTE OLSUNLAR YAKTI
Haydi şu noktayı da konuşalım: Linkini verdiğim o haber görünümlü propaganda uydurmacasının sonunda 1922’deki İzmir Yangını’ndan da görüntüler vardı. Orada o görüntüler nasıl yorumlanıyordu? Türk ordusu önünde bozularak kaçan Yunan askerleri, İzmir’de denize dökülmeden önce şehri yakıyorlardı. Sahilde birikmiş o sivil kitleler de yangından kaçan Müslüman Türkler idi. Külliyen yalan! Yunan ordusu İzmir’e kaçmadı. Kurtulabilen askeri birlikler, Türk ordusunun erişmesinden önce çeşitli Ege sahillerinden Yunan gemilerine binerek Yunanistan’a geri döndüler. Yunan ordusu İzmir’de denize dökülmedi. Denize dökülmüş sandığınız kişiler, Türk ordusu İzmir’e girdikten günler sonra çıkan yangından kaçıp denizdeki gemilerin kendilerini almasını bekleyen çoğunluğu Rum olan gayrimüslim İzmirliler idi. Pek çoğu önce Türk askerleri, sonra da hem Türk askerleri hem de yangının alevlerinden kurtulmaya çalışırken, yanarak ya da boğularak ölen sivillerdi. Yangın gayrimüslimlerin oturduğu kısımda çıktığı için, sahilde Müslüman ve Türk kimse yoktu.
Biz bugün hâlâ bunu tartışıyoruz. Falih Rıfkı Atay gibi dönemin Ankara’ya yakın, millici yazarları “İzmir’i biz yaktık” demişken, Aka Gündüz 1928 tarihli romanı Dikmen Yıldızı’nda “Gavur İzmir”in alevler içinde yanışını bir temizlenme ve arınma olarak değerlendirmişken biz hâlâ İzmir’den geçmeyen bir ricat halindeki Yunan ordusunun ya da İzmir’deki Ermeni çetecilerin İzmir’i yaktığını savunmaya çalışıyoruz. Baştaki soruyu tekrar edeceğim yeniden: “Yalanlarla yaşamaya itilmişken doğru bir hayatı kurabilir miyiz?” Bu noktada hakikati anlatmaktan kaçınmamayı seçen Talat Ulusoy’un Ganimet Şehir İzmir kitabının linkini buraya bırakayım. Başka kitaplar da var ve bunların açıkça, korkmadan konuşulması gerekiyor.
TARİHİ AFFETME!
Nasıl konuşulacak? İleri geri, ona öyle demezler, peynir ekmek yemezler tarzında değil elbette. Kuramsal ve yöntemsel dayanakları olan, eldeki belgeleri dürüstçe yorumlamaya çalışan bir tarihçilik aracılığıyla olabilir ama. Buna da eleştirel tarih diyebiliriz. Bu kavram bana ait değil. Alman felsefeci Friedrich Nietszche’ye ait. Aşağıya eski tarihli bir çalışmamdan ilgili bir bölümü aktarıyorum:
“Nietzsche, ‘Tarihin Yaşam İçin Kullanım ve Dezavantajları’ başlıklı uzun makalesinde, içinde yaşadığı 19. yüzyıl Alman toplumunun tarihle kurduğu sağlıksız ilişkiyi eleştirir ve yaşamı destekleyen bir tarihçiliğin peşinde üç farklı tarih yaklaşımından söz eder: anıtsal, kadim zamanlara dönük olan ve eleştirel. Ben burada eleştirel tavır üzerinde duracağım. . . .
Nietzsche, ‘Eğer bir insan yaşamını sürdürmek istiyorsa, geçmişin bir parçasıyla ilişkisini sona erdirme, bu ilişkiyi feshetme gücüne sahip olmalı ve bu gücü zaman zaman uygulamalıdır’ diyerek bu tavrın önemini vurgular. Çünkü tarih her zaman büyük olaylardan ve görkemden oluşmaz; aynı zamanda şiddet, zayıflık ve adaletsizlik de içerecektir. O zaman bizim de kaynaklandığımız bu tarihi affetmemeli, ‘bıçağı onun köklerine sokmalı’yız. Bu kaynaklanma ya da köken konusu, bu eylemi hem gerekli hem de tehlikeli kılacaktır.
Önceki kuşakların ürünü olduğumuza göre, onların çarpıklıklarının, tutkularının ve hatalarının da ürünüyüz. Bunlara mahkûm olduğumuzu veya bunlarda sorumluluğumuzun olmadığını ilan da etsek, değişen bir şey olmayacaktır; yine de bunlardan kaynaklanıyor olmaya devam ederiz. Nietzsche buna birinci doğa der. Ama bunlarla hesaplaşarak ikinci bir doğa yaratabilir ve bunların olumsuz etkisini giderebiliriz. Böylece kaynaklandığımızdan farklı bir geçmiş edinmeye çalışmış oluruz. Bu zor ve tehlikeli bir iştir, çünkü Nietzsche ikinci doğaların her zaman birincilerden daha zayıf olduğuna inanır: ‘Sıklıkla olan şudur: İyiyi bilir ama yapmayız, çünkü daha iyiyi de bilir ama yapamayız.’ Ama yine de umut vardır ve Nietzsche, eleştirel tarihi kullananları bir tür diyalektiğe vurgu yaparak teselli eder: ‘Her birinci doğa bir zamanlar ikinci doğaydı ve her muzaffer ikinci doğa birinci doğa haline gelir.’” Bu pasajı alıntıladığım yazımın tamamına buradaki linkten ulaşabilirsiniz. Nietsche’nin bu pasajda sözü edilen uzun makalesi de, Türkçede şu yayında yer alıyor.
AKLIN ÖNÜNDEKİ SETLER
Türkiye’de 19. yüzyıldan bu yana yaşanan geçmişi eleştirel tarih yaklaşımıyla ele almış pek çok çalışma var. Bunlar yasaklı yayın filan da değil. Piyasada ya da baskısı tükendiği için ya bazı kütüphanelerde ya da sahaflarda bulunabilir. Bunların pek çoğu da üniversitelerde, belki üniversitelerin daha az taşra üniversitesi olduğu dönemlerde hazırlanmış akademik çalışmalardan kaynaklanıyor. Yani doğrudan eleştirel tarih yaklaşımını engelleyen bir sansür ve baskı mekanizmasıyla karşı karşıya değiliz. Elbette Ermeni Soykırımı ve Kürt tarihi ile ilgili konularda gittikçe sayısı artan baskı ve sansür örnekleri var. Fakat topyekûn bir yasakçılık söz konusu değil.
O zaman başka bir meseleyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu çalışmalar topluma ulaşmıyor. Nasıl ulaşabilir? Üniversitelerin, diğer öğretim kurumlarının ve bunlarla ilgili olmayan halka açık kütüphanelerin koleksiyonlarına girerek. Tabii bu yetmez, öğretimin her aşamasındaki müfredata dahil edilerek. Bunun da ötesinde medya ve sosyal medyada tartışılarak, konuşularak. Tartışılmadığında bir cehalet ve kibir çölünde dilimiz bir karış dışarıda geziyor olacağız. Karşıt olduğumuz, ucu bize de dokunacak, belki özeleştiri yapmak zorunda kalacağımız, kendimizi ve kimliklerimizi sorgulayacağımız fikirlerle karşılaşmak zorundayız. Bizi rahatsız eden konuları bastırdıkça ya da bastırılmasına göz yumdukça cehennemimiz büyüyecek. O cehennemde Türkiyeli olmayı bile hakaret kabul eden, bir adım sonrasında bunu söyleyecekleri hainlikle suçlayacak, linçlerine yol hazırlayacak “tarih bilgeleri”ne
mahkûm olacağız.
Bu cehennemi hak etmiyoruz. Ağır konuları, atalarımızın ağza alınamaz kötülükler olarak ortaya çıkan eylemlerini konuştuğumuzda, eleştirel akla dayanan bir tarihselci tavır geliştirdiğimizde aslında anlaşmanın ve farklı anlayışlarla ortak akıl üretmenin mümkün olabildiğini göreceğiz. Aklın önüne set çekerek akıllı bir toplum yaratamayız. Setleri yıkmak zorundayız.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.