Yeşil 'diktatörlük'

Avrupa'nın genelinde iktidara geldikten veya parçası olduktan sonra doğaya karşı en büyük talanların kapılarını aralayanlar yine Yeşil siyasetçiler ne yazık ki.

Yeşil harekete karşı herhangi önyargım yok. Ancak herhangi bir nesne meta olarak kullanılmaya, siyasi hareket simgesi haline gelmeye başladığında (logo olarak değil, görüş olarak) işin çığrından çıktığını düşünenlerdenim.

Sürekli soru soran tarafta durmak adetimdir. Hiçbir şeyin tek başına olduğunu değil doğa kadar insanların ve siyasal fikirlerin de birbirine bağlı olduğunu düşünenlerdenim.

'0 emisyon' söyleminin, "Ozon deliği büyüyor dünyanın sonu gelecek"çilerin de "2000 yılı dünyada kıyamet olacak" kadar abes olduğunu düşünüp, belki de yüksek sesle ifade edip linç yememek için sessiz kalıp derinlemesine araştırmayı tercih ederim.

ÇEVRE POLİTİKALARI AYRIMCILIĞA ÇANAK MI TUTUYOR

Geçtiğimiz hafta Ukrayna'daki savaşla birlikte ilk mülteci akınları Belçika'ya varmaya başladı. Bununla birlikte Euro 4 dizel arabasıyla üç çocuğu ile Brüksel'e kadar gelebilen bir ailenin polis kontrolü sonrasında "0 emisyon bölgesi bu arabayla giremezsiniz" gerekçesi ile geri çevirildiğine tanık oldum.

Oturduğum yer Brüksel ile Flaman bölgesi sınırı. Şehir merkezine 8-9 kilometre. Polis her gördüğü Ukrayna plakalı aracı durdurup kontrol yapıyor. Ve gelinen noktada savaştan canını kurtaran, arkadaşının ona önereceği işte çalışmak için ailesini arabaya koyup hayatını geride bırakan aileye patlıyor Yeşil'i bahane eden bürokrasi.

Şimdi Yeşil hareketten arkadaşlar "onlar polis siyasiler olsaydı..." diye cümleler kurabilirler. Ama Brüksel başkent bölgesinde Yeşil parti güçlü, hatta iktidar ortağı iken bürokrasiyi ve polisi değiştirmek o kadar da kolay değil.

Bu örnek aslında doğa mücadelesinin nasıl bürokratik gerekçelerle ayrımcılığa aracılık edebileceğini gösteriyor.

Öte yandan Brüksel'de reklam ajansında çalıştığım geçen seçim döneminde insanlara dağıtmak için kağıt baskı kullanan tek parti Yeşiller idi. Şaşırmıştım, sosyalistler, milliyetçiler ve liberaller arabalarına dijital göstergelerle propaganda yaparken Yeşiller "paramız yok" deyip ucuz olan reklamasyona, kağıt baskıya yönelmişlerdi.

O günden sonra bir daha güvenmedim Belçika'daki çevrecilere.

Bu arada bu el ilanlarını bastıran kadın siyasetçi şu anda Federal Bakanlık koltuğunda. Eğitimden sorumlu.

Öte yandan şu anda Avrupa'nın genelinde iktidara geldikten veya parçası olduktan sonra doğaya karşı en büyük talanların kapılarını aralayanlar yine Yeşil siyasetçiler ne yazık ki.

Almanya'da seçim öncesinde Covid nedeniyle konulan kurallar gereği kamusal alanlarda toplanma yasak iken, kimse miting yapamıyorken Greta Turnberg'in iklim zirvesi mitingini Almanya'da yapması ve bunun seçimde ülkedeki Yeşillerin oyunda yaşanan artışa yansımadığını kimse söyleyemez herhalde.

Greta nasıl bir siyasete araç olduğunu farkında mı acaba?

Ya da parçası mı bunun?

Düşünmek bile tehlikeli...

Aynı dönemlerde Belçika'da ve Hollanda'da bisiklet yolu yapmak için otobanların kenarlarından kesilen binlerce ağaç da yine yeşil siyasetçiler için yapıldı.

Şimdi diyecekler ki: "Biz sadece bisiklet yolu talep ettik, nasıl yapılacağını hükümet karar veriyor" Ama işte parçası oldukları hükümet çevrecileri de değiştiriyor sanki. Bazı inşaatlar yapılırken kafalarını diğer yöne çevirmelerini sağlıyor ne hikmet ise...

Şimdi Ukrayna'daki savaş sebebiyle Almanya nükleer santralini ve kömür kullanılma süresini uzatmaya hazırlanıyor. Kamusal alanda sanki bir muhalefet varmış gibi gözükse de bence anlaşma tamam.

Aynı şeyi Fransa ve Belçika da planlıyor.

Belçika tek deniz kıyısı Kuzey denizine Hollanda sınırına Prenses Elizabeth diye bir rüzgar santrali kurdu. Ülkenin genç prensesinin adını vererek Greta'cılık oynayarak izinleri aldı ve iki ülke arasında denize ince uzun bir rüzgar santrali dikti. Bu rüzgar santralleri için tabii altyapı gerek.

E ne oldu?

Kuzey denizinde Hollanda Belçika arasına bu rüzgar güllerinin yerleştirileceği yere beton dökülü.

Evet beton...

İçinden kablolar geçen beton...

Üstü de dolgu oldu. Ve bir adacık çıktı ortaya.

Adına da Prenses Elizabeth Adası dediler oldu bitti.

Şimdi Kuzey Denizinin ortasında Avrupa kıyısında bir beton ada var.

Neymiş, yeşil enerji...

2026'da tamamlanması beklenen iki rüzgar santrali toplamda 281 km karelik bir alanı dolduruyor.

Buyrun haritası:

20 KİLOMETRELİK AÇIK HAPİSHANE

Aynı dönemlerde COP26 zirvesi sırasında, ki Corona salgını sırasında gerçekleştirildi, iklim bilimciler ülkelere çevre konusunda bir yol hartası sundular. Hepsi bağımsız olduğu söylenen bu iklim bilimcilerin sunduğu raporda birçok nokta vardı.

Bu rapor çokça yazıldı çizildi. Ama covid salgını sırasında hükümetlere aslında üzerimizde daha çok kontrol hakkı verebilcek bir siyasetin propagandası sayılabilecek bir öneri de vardı.

20 kilometrelik bir alan içerisinde insanların ihtiyaçlarını karşılayabilcek şehirler yaratılmalıydı.

Yani bu 20 kilometre içerisinde etinizi, sütünüzü alabilmeli ve işinizi bulabilmeli ve hatta eğitiminizi de evinizden en çok 20 kilometrelik uzaklıkta bulmanız tavsiye edilmeliydi.

Bu şekilde yarattığımız karbon izi azalacaktı.

İyi de yaşadığınız alanla iyi eğitim veren, iyi et yetiştiren, iyi tahıl yetiştiren üreticiler nasıl bulacaksınız.

Bulamayacaksınız.

İşte orada işin içine bu iklim aktivistlerinin yine 'gönüllü ve danışman' olarak çalıştığı süpermarketlere gideceksiniz.

Anladınız siz nereye gittiğini yazının.

Bu arada bana inanmayın, raporu okuyun derim...

Buyrun: 

Geldik sonuna.

Şimdi bana tüm bu çevre politikaları aslında iyi bir nedenle başlasa da şimdi dünya konjonktürünün geldiği yerde bizleri daha fazla kontrol altına almak için kullanılmıyor diyebiliyor muyuz?

Ben diyemiyorum.

Öte yandan her geçen gün aslında çevre kirliliğinin bizlerden değil de büyük üreticiler ve global şirketler nedeniyle olduğunu artaya çıkaran belgeseller de gelmiyor değil.

Seasperacy belgeseline bir kez bakın derim.

Denizi kirletmediği söylenen tuvalet kağıtlarının o uluslararası standart kağıtlarını nasıl sahtekarlıklarla aldığını, denize atılan plastiklerin çoğunun aslında endüstriyel üretim yapmaya çalışan büyük şirketlerin balık ağları olduğunu bir kez daha görebilirsiniz...

İnsan haklarında her ülkeye ayrı standart uyguladıkları gibi, çevreye de aynı şeyi yapıyorlar.

Türkiye'de zeytinlikleri katletmek serbestken, Avrupa'da yasak.

Türkiye'ye nükleer santral için ses çıkarırken, Avrupa kendi santrallerini açık tutmak peşinde.

Avrupa'daki çevrecilik sadece dışarıdakini eleştirerek olmuyor. Biraz da içeri bakmak gerek.

Türkiye'deki iktidarı eleştirirken Avrupa'nın, ABD'nin, Avusturya'nın, Kanada'nın yaptıklarını görmemek olmaz.

Bu arada Ukrayna'da savaş bahanesi ile yaratılan enerji krizinen en çok geçen sene neredeyse iflas edecek elektrikli araç ve panel üreticilerine yaradığı da bir gerçek.

Bir de ABD'li likit gaz üreticilerine...

Birşeyleri gözümüze gözümüze sokuyorlar ise tam tersi yöne bakmakta fayda var.

Avrupa'da (Fransa, Belçika vs) önümüz seçim.

Bakalım daha neler göreceğiz.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aris Nalcı Arşivi