Yüzde 50/50 toplumlarına Kıbrıs esinleri

Siyasette ağlamaya, dövünmeye, “seçmen mi ithal edelim?” diye hayıflanmaya yer yok. “Ayrılıklar bitsin kucaklaşalım, hepimiz kardeşiz” demek de ne ikiye bölünmüş toplumlar, ne Kıbrıs gibi onyıllardır süregelen anlaşmazlıklar için bir çözüm oluşturuyor.

Son iki yazımda önce burada Lula’nın burun farkıyla kazandığı Brezilya seçimlerine ve ayrıca Netanyahu’nun 120 üyeli Knesset’te 64 milletvekilinin desteğini alarak başbakan yeniden çıkmasıyla sonuçlanan İsrail seçimlerine değinmiştim.

Bu yazı yayımlandığındaysa kuvvetle muhtemelen Salı günü (dün) yapılan ABD Temsilciler Meclisi (435 sandalyenin tamamı) ve Senato (100 sandalyeden 34’ü) ile 50 eyaletten 39’unda vali seçimleri sonucunda görev döneminin bitmesine iki yıl kala Biden’in “topal ördek” konumuna düştüğü konuşuluyor olacak.

Bunun bir anlamı yine kuvvetle muhtemelen ABD’de 2024’te yapılacak başkanlık seçiminde Biden ve yardımcısı Harris’in aday olmayacakları. Bir başka anlamı –arada yarış dışı kalmasına neden olacak yargı gelişmeleri olmazsa- Trump’ın adaylığını “önemli bir açıklama” yapacağını belirttiği 15 Kasım’da duyuracağı. Öyleyse ve resim değişmez, Demokratlar da dinamik bir başkan adayı çıkaramazsa, iki yıl sonra yeni bir Trump döneminin başlayacağı da şimdiden öngörülebilir.

Yakın tarihte ABD sisteminde görevdeki başkanın ikinci dönem için yeniden seçilememesi yahut aday olamaması pek alışılageldik bir durum değil. Fransa’da da tek dönemlik Sarkozy ve Hollande dönemlerinin ardından Macron iki dönem üst üste başkanlık eğilimini canlandırmayı başaran ilk siyasetçi olmuştu.

Ancak burada kısaca tartışmak istediğim konu biraz daha farklı. Başlıktaki “yüzde 50/50” bölünmüş toplumları ve temsili demokrasinin tıkanışını, tıkanıp tıkanmadığını tartışmak zamanı geldi diye düşünüyorum.

Üstelik Birikim dergisinin Ekim sayısında Ahmet Bekmen hocamızın Sayın Vedat Milor’la 1990’da Amerikan Sosyoloji Derneği’nin verdiği “en iyi tez” ödülünü kazandığı doktora tezinden kitaplaştırılan üzerine yaptığı söyleşi, Milor’un “Bugün liberal demokrasi, kapitalizmin gireceği yeni aşamada hâlâ en uygun yönetişim tarzı mı, yoksa kapitalizm daha otoriter bir yönelime doğru mu zorluyor?” sorusuyla son buluyor.

Çok yerinde ve güncel bir soru kuşkusuz. Ancak biz daha liberal demokrasi olamadan ikiye ayrılmış durumda olduğumuz ve yirmi yıllık bir islâmcı yönetim deneyiminden çıkıp çıkamayacağımızı belirleyecek bir seçime doğru yaklaştığımızdan sorunlarımız çok daha katmanlı. Devletin tanımından, kurum ve kuralların yeniden yerleşik kılınmasına, hak ve özgürlüklerin en azından mevcut anayasamızla uyumlu duruma getirilmesinden hukuk devletine dek işimiz çok zorlu.

İkiye ayrılma deyince başka bir vesileyle adayı ziyaret edip Kıbrıs ve yaratıcı çözüm senaryoları üzerine yeniden düşünmek fırsatım oldu geçtiğimiz günlerde. Eski meslek hayatımda Kıbrıs dosyasıyla hiç ilgilenmedim. İlgilenenlere değerli dostum Engin Solakoğlu (Sol Haber) gibi gerçek uzman emekli meslektaşlarımın yazdıklarını okumalarını öneririm. “Kıbrıs yeniden nasıl birleşir, birleşebilir mi” diye iki gün üst üste konuşunca, ben de kendi kendime “Kıbrıs’ı geçtim, biz yeniden birleşebilecek miyiz?” diye sormadan edemedim.

Bir başka değerli uzman yazar Mete Hatay, Costas Contantinou’ya atıfla Kıbrıs meselesi için “comfortable conflict” (“konforlu anlaşmazlık”) tanımlamasını kullanıyor. Kemikleşmiş demek yerine taraflar için onlarca yıldır alışılmış ve belirli bir rahatlık, konfor sunan bir soğuk, donmuş bir çatışma durumu belki bizim güncel siyasal halimizi anlamak için de zihin açıcı olabilir.

Kıbrıs Barış Harekâtı bence de kaçınılmazdı. 1974’te yapılan askeri müdahale ne keyfi/ihtiyari, ne emperyalist/irredentist, ne faşist/yayılmacı bir hamleydi. Yaklaşık 30.000 kişilik bir kuvvetle harekâtı uygulayan TSK 498 şehit ve 1.200 yaralı vermişti. O gün bugün adada tek kurşun atılmadı, tek cam kırılmadı. Buna karşılık diplomatik çözüm için de altına bakılmadık taş bırakılmasa da bir arpa boyu yol ilerlenemedi. (*)

Barış Harekâtı’nın öncesinde, sırasında ve sonrasında pek çok hata da yapılmıştır elbette. Siyasetin ve diplomasinin gerekleri tümüyle yerine getirilememiş, aklın sınırları sonuna dek zorlanmamış veya zorlanamamıştır. Nisan 2004’te Annan Planı referandumuna KKTC halkı yüzde 64.9 “evet” derken, GKRY halkı yüzde 75.3 “hayır” demiştir. Hemen peşine aynı yılın Mayıs ayı başında GKRY’nin adanın tamamını (Kıbrıs Cumhuriyeti’ni) temsilen AB’ye tam üye kabul edilmesinin yarattığı asimetri bugüne dek aşılamamıştır.

Neticede 2021 Nisan ayı sonunda akamete uğradığı BM tarafından tescil edilen Crans Montana görüşmeleri Ankara için bir “son deneme” niteliği kazanmıştır. Bununla birlikte, ne bugünkü ne yarınki Ankara’nın BM parametreleri temelini yani iki toplumlu ve iki bölgeli federasyon çözümünü söylemde olsa da eylemde tek yanlı çöpe atamayacağı da bellidir. Buna göre statükonun görülebilir gelecekte böylece devam edip gideceği rahatlıkla söylenebilir. Hatta düşünceyi tahrik adına bugün ekonomik bakımdan KKTC’yi büyük ölçüde Kıbrıs Rumlarının harcamalarının ayakta tuttuğu dahi ileri sürülebilir.

Pekiyi iki toplumlu, iki bölgeli Kıbrıs bir yana, acaba ortadan ikiye yarılan toplumlar nasıl yeniden toparlanıp, birer toplam olmaktan çıkarak, yeniden toplum olmaya evrilebilir?

Hani o Hakan Taşıyan’ın bir ara çok paylaşılan “kilitli kapılar açılsın lütfen” demesiyle olacak gibi değil herhalde. Örnekse Levent Gültekin bu konuda yazdığı “İdeolojik Mahalleden Türkiye’ye Onurlu Çıkış” kitabıyla 2017’de kendince bir deneme yapmıştı. Çok okundu ancak herhalde beklenen toplumsal ve siyasal etkiyi yapmadı.

Öyleyse yeniden soralım: Toplumsal yeşil hatlar nasıl aşılır, bölünmüş kentler nasıl yeniden birleşebilir? Uzgörülü, sağduyulu, akılcı ve karizmatik liderlik (“yukarıdan aşağıya dayatma mı istiyorsun bu devirde?” diye havalara zıplamadan) burada en önemli etmen değil midir? Herhalde siyaset hayaller değil somut veriler üzerine kurulmalıdır. Füruğ Ferruhzad’ın o dillere pelesenk şiirindeki “kuş ölür sen uçuşu hatırla” dizesi gönül tellerini titretir de İran İslâm Cumhuriyeti kırk küsur yıldır ayaktadır.

Yine örnek olarak, Demokratlar başkanlığı henüz iki yıl önce 2020’de yüzde 51.3’e oy oranıyla kazanırken Biden 81.2 milyon, Trump ise 74.2 milyon oy almıştı. Yani arada yedi milyon oy fark vardı. Seçim kurulu üyelerinin oyları da 306’ya 232’ydi. Bugün ekonomi, hayat pahalılığı, yasadışı göç konuları öne çıkarken, demokrasi, kürtaj ve silahlanma konularının kamuoyu nezdinde geri düşmüş olduğunu belirtiyor Yunus Emre Erdölen yukarıda bağlantısını verdiğim yazısında.

Ukrayna’nın işgalinden bahis yok ama Ukrayna (ve öncesindeki pandeminin) öne çıkan o üç dosyaya içkin olduğu değerlendirilebilir. Demek ki Demokratlar ne anlatıya egemen olabilmiş ve politikalarını doğru anlatabilmiş, ne doğru adayları doğru yerlere yerleştirebilmiş.

Siyasette ağlamaya, dövünmeye, “seçmen mi ithal edelim?” diye hayıflanmaya yer yok. “Ayrılıklar bitsin artık, kucaklaşalım, hepimiz kardeşiz” demek de ne ikiye bölünmüş toplumlar, ne Kıbrıs gibi onyıllardır süregelen anlaşmazlıklar için gerçekçi bir çözüm önerisi oluşturuyor. Üstelik ABD’de tüm bunlar hür ve adil seçim (“level playing field”) ortamında yaşanıyor. Adayları da oturduğu yerden veya kapalı kapılar ardında Biden tek başına belirlemiyor.

Kehanette ve genellemelerde bulunmak kaçınılmaz yanılgılara gebe olabilir ama Ukrayna’nın işgalinin bir olası kurbanı da Almanya’nın sosyal demokrat-liberal-yeşil üç renkli Trafik Lambası Koalisyonu olabilir. Şansölye Scholz’un ÇKP Kongresi’nin hemen peşine denk gelmesiyle ve Ukrayna’nın işgali arka planı önünde tartışılan topu topu 11 saatlik Pekin ziyareti ve Şi görüşmesi de belki o gelecek kaygısının ürünü. Oysa verili ekonomik durumda köşeye sıkışmış izlenimi veren Erdoğan için Ukrayna’nın işgali başlayalıberi izlediği politika biricik başarı öyküsü.

Bitirirken kendimi tekrar etmekte sakınca görmüyorum: Gerçekçi olmak gerekirse Altılı Masa’nın en önemli hizmeti seçim güvenliğini yani seçimlerin “hür” olmasa da en azından “adil” yapılmasını sağlamak üzere sandık güvenliğinde etkin eşgüdüm, ortak bir aday üzerinde uzlaşmak, o ortak adaya HDP’nin de desteğini devşirmek ve milletvekili seçimlerinde 300’ün üstünde ve 360’a en yakın yahut 360’a ulaşan sandalyeyi kazanmak amacıyla çeşitli seçim bölgelerinde karşılıklı “al gülüm-ver gülüm” feragatlerde bulunmak olacak. Yürütülecek seçim kampanyalarında da hayat pahalılığı ve düzensiz göçle mücadele temalarını öne çıkarmak.

*Kıbrıs adasının 1571 yılında Lala Mustafa ve Piyale paşalarca Sultan II. Selim dönemindeki fethi 1570-73 Osmanlı-Venedik Savaşı’nın bir aşaması olarak kabul edilebilir. Fetih için, Magusa Kalesi’nin 11 ay süren kuşatması da dahil, yaklaşık 50.000 şehit verilmiş ve ardından İnebahtı Savaşı’nda (bugünkü Yunanistan) donanma da tümüyle yitirilmişti. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla karşılaştırma içinse 1950-53 arasındaki Kore Savaşı’nda 15.000’e yakın askerimizin görev aldığını ve onların 721'i şehit ve 175'i kayıp olurken, 234'ünün esir düşüp, 2147'sinin yaralandığını anımsayalım. KKTC kendi cumhuriyet bayramını 15 Kasım’da kutlayacak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydın Selcen Arşivi