Enver Topaloğlu

Enver Topaloğlu

Zürih, şehir ve şiir

Ağzı var dili yok gibi, ancak anlatısız değil. Ne metropol, ne megapol; dağların, gölün ve ormanın yaş almış, ama yaşlanmamış çocuğu. Çocuksa da olgun bir çocuk. Zürih: Metapol; şehir ötesi şehir! Yoksa, şehir gibi şehir mi demeli?

Şehirlerin, özellikle kadim şehirlerin, şiirli bir yüzü, yalnızca yüzü mü, havası da var… Var da her şehir öyle mi? Söylediğimiz daha çok kadim şehirler için geçerli. Yine de gezmek görmek lazım. Ayrıca kadim şehirler olsun olmasın, içinde “hayat” olan her yerde şiire rastlamak ya da şiiri kışkırtacak bir sebep bulmak mümkündür. Şehirlerin şiiri var, kırların yok dediğimiz sanılmasın.

Gidip görülen, gezilen yerler anlatılır. Hele de dinleyen varsa. Geziden dönene ise yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat denildiği de herkesin malumu. Biraz da bu sözden cesaret alarak ve sanki soran olmuş gibi Zürih gezimizi anlatmayı deneyelim istedik.

“Serbest şehir” için “serbest stil” bir yazı denemesine giriştik. Denedik ama aslında yazının dilinde türünde tam olarak ne oldu, biliyoruz dersek isabetli olmaz? O nedenle dileğimiz okuyanların acemisinden bir gezi izlenimi deyip cesaretimizi hoş görmesi…

SERBEST YAZI

Zürih’e gittim geldim: Rüyadayım hâlâ. Uyanınca yazacağım, dedim telefonda bir arkadaşıma. Uyandım ama, sarhoşluğum sürüyor. Ne zaman biter, kestiremiyorum. Laf aramızda; bitmesini de istemiyorum.

Önce sessizliğe çarpıldım Alplerin eteklerindeki gölün kıyısında, çarptım desem daha doğru olur. Bir de kurallara. Ama hayatı dar etmeyen aksine kolaylaştıran kurallara. Geveze çanlar ve ambulansların sirenleriyle sessizliğin önemi vurgulanıyordu sanki. Şehirdeki sessizliğin şiiri de olur mu? Tıpkı müziğinin olması gibi. Oluyormuş… Bir sessizlik imgesi; hiçlik değil, boşluk değil, yokluk değil… Üstelik hepsinin üstünde ya da hepsini, çağrışım alanının dışına atan bir imge… Henüz ifade edemiyorum. Sessizlik o kadar güçlü ki başka türlü ifade edilmesine izin vermiyor da diyebilirim. Bu tanımsızlığın nedeni belki de dilime çevirememiş oluşum.

Bir ara; burada az daha kalsam, gençleşeceğim diye düşündüm ve korktum. Geldiğim coğrafyada genç olmanın “dayanılmaz ağırlığı”nı hatırlayınca daha da korktum. Korkmanın bir boyutu da sarsıcı olması.

HEİDİ’NİN HİKÂYESİ

Bir soru: Hangi şehrin dişi yoktur? Yanıt: Zürih’in! Gördüm. Ağzını. Çünkü insan yemiyor! Çünkü o işi çok eskiden yapmış. Çocuklarını ve gençlerini satmış! Evet erkeklerini asker, kızlarını hizmetçi olarak. Heidi’nin trajik hikâyesi. Kazandığı parayla çikolata fabrikaları kurmuş. Elbet başka işler de yapmış. Kuzeyden güneye, güneyden kuzeye geçenlere Alp dağlarında rehberlik de dahil. Ticaret yolu üstünde olmanın avantajını da sonuna kadar kullanmış.

Ağzı var dili yok gibi, ancak anlatısız değil. Ne metropol, ne megapol; dağların, gölün ve ormanın yaş almış, ama yaşlanmamış çocuğu. Çocuksa da olgun bir çocuk. Zürih: Metapol; şehir ötesi şehir! Yoksa, şehir gibi şehir mi demeli?

Şurası: Zürih üniversitesi, Einstein’in de okuluymuş. Ünlü bilim insanı aynı üniversitede profesör olarak da görev yapmış. Şurası: James Joyce’un, “Ulysses”i yazdığı ev. Şurası: Dadacıların toplandığı, hareketin başladığı kafe. Şurası: Goethe’nin İtalya yolculuğu sırasında kaldığı arkadaşının evi. Şurası: Lenin’in 1916’da Ekim 1917 Devrimi için Rusya’ya dönene kadar yaşadığı ev. Şurası: Merkez kütüphanesi Zürih’in. Lenin her gün burada gazeteleri okurmuş.

Şurası: Şehir müzesi, ‘Müze Zürih’. Kadınlar katedrali; hiçbir şey olmasa bile Chagall’ın vitrayları, muhteşem. Şurası: Sanat müzesi. İçinde kimler kimler yok; üç büyük koleksiyon sergisi aynı anda… Klasikten moderne, hatta postmoderne birçok sanatçının büyüleyici yapıtlarının asıllarına ne kadar bakılsa az. Şurası: Zürih tren garı; şehrin kalbi. Şehrin tarihi. Önünde tarihi yaratan şahsın heykeli. Bir gün yetmedi! Yetmez.

Hangi saatin kapağını açsan, altından çalışan ve dijital olmayan Zürih çıkar!
Orhan Veli gibi ekleyelim: Sakın şaşırma!

Saat demişken Avrupa’nın saati en büyük kulesi de bu şehirde. Şehrin her yerinden görünen kule, St. Peter kilisesine ait.

SU TERAZİSİ

Zürih: Dünyanın kasası; belli ki, emanete iyi bakılıyor. Kim bilir kimler neleri emanet etti. Efsaneler muhtelif. Çok zengin, az şımarık, dengeli ve olgun. Rakı için beyaz peynirin yanına kesilmiş Kırkağaç kavunu gibi olgunluğu. Nasıl olmasın? Göl ve nehir, şehrin su terazisi gibi. Bu kadar denge iyi mi peki? Kurallar, ilkeler ve denge… Bilemedim!

Sokaklarında William Tell yok, ama ruhu var; hissettiriyor kendini. Zürih’i saymazsak, kadınlarını onore eden kaç şehir vardır? İlk kadın heykeli Zürih’te 1912’de dikilmiş! “Kahraman kadın heykeli”. İlginç hikâye. Çok şey anlatıyor. Şehri turist gözüyle gezmek biraz ansiklopedi maddesi okumak gibi deyip disiplini reddeden, programı, akışı bozan şehrin aylağı olmak istiyorum. Ne de olsa “Dada”nın şehrindeyim.

KISA BİR RÜYA

Kulelerin başkenti şehir, saatlerin de başkenti. Saatlerin başkentinde, güzel saatler geçiriyorum. Opera meydanında, kitap okuyorum. Kamyonlar harf ve imge taşıyor, Türkçe bir şiir kitabının sayfalarında. Sonra, gözüm kapanıyor, içim geçiyor, ilk ve son kez oturduğum kanepede.

Gülşah’la Asya Deniz geliyor karşıdan. Arkadan Heidrun’la Ayhan. Soldan “Ben de burdayım” diyor ‘Doktor’! Halay çekeceğiz diye ayağa kalkıyorum. Ama başka gelecekler de var diye başlamıyor müzik! Asya Deniz, “Baba!” diyene kadar sürüyor rüya. Kürtlerle aralarında başka etnik kimlikli kişilerin de bulunduğu bir grup halay çekiyor, göl kenarında, çimlerin üstünde.

BEN SİZE TEŞEKKÜR EDERİM

Serbest stildeyim ya yazıyı da, anlatıyı da, şehre bakış açısını da kişiselleştiriyorum iyice. Zürih’in içinden geçen Limnan nehri gölden doğup bir başka nehre doğru akıyor. Denemem de biraz, Limnan’a benzedi sanki.

Zürih bir galeri, zaman galerisi. Ve bir çağ bir çağı ezip geçmemiş. Zaman teyellenmiş birbirine, ama üst üste binmemiş. Klasik, gotik, rokoko, barok, art nouveau, modern; işlenmiş dantel gibi. Göz alıcı.

Zürih Romalı bir şehir, onlar kurmuş. Nasıl olmuşsa olmuş uluslararası bankaların, sigorta şirketlerinin de merkezi olan şehre sermaye çullanıp ağzını burnunu kırmamış, tarihin kültürün ve estetiğin. O günden bugüne değerine değer katarak gelmiş. Yani nasıl olmuşsa para, her daim kanlı para, kirli para yıkandığı, temizlendiği yerin kıymetini bilmiş. Karşılığını bildiğimiz bir soru: Yıkanarak temizlenen para var mıdır?

Zürih Alplerin eteğinde, göl kıyısında, kadim bir şehir. Din reformunda, kiliseler bölünürken çıkışı Protestanlaşmakta bulmuş. Paranın kokusunu erken almış da denilebilir. İçinden nehir geçiyor. Su şehri. Her yerde çeşmeler var. Ve isteyen ağzını dayayıp musluğa su içebiliyor. Çok pahalı bir şehir; ama sokaklardaki çeşmelerden akan su bedava. Çoğulculuğu da çok boyutlu. Seçenek skalası hayli geniş. Dört dilli bir şehir olması da bunun bir başka kanıtı. Şöyle de söylenebilir: Dil özgür, düşünce serbest, duygular rahat, ufuk açık…

Modern Türkçe şiir ve yazınından Zürih’ten geçenler arasında en bilinen isimler Tezer Özlü ve Nihat Behram. Max Frisch’in de Zürihli olduğunu ekleyelim. Yahya Kemal’den mülhem şöyle söyleyeyim: Aldım Zürih’in hür havasını, hücreden çıkmış Nâzım gibi hissettim kendimi:

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben
Bahtiyarım…

Sonra; yaşadığımız coğrafyadaki ıstıraba hayat demesek mi, artık!
Ev sahipliği ve rehberlikleri için sevgili arkadaşlarıma, Heidrun’a ve Ayhan’a bir kez daha çok teşekkür ediyorum. Her şey onların sayesinde oldu.

PARİS… PARİS

Ölmeden Paris’i de görmeli. Ama galiba oraya gidersem hayal kırıklarını doldurmak için ayrı bir bavul almalıyım yanıma. Ya da hiç gitmeden edebiyattan okuduklarım, sinemadan gördüklerimle kalmalıyım. Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı”nda; Benjamin’in “pasajlar şehri anlatısı” “19. Yüzyılın Başkenti Paris”inde; şiirin Evliya Çelebisi, birçok şehrin de şiirini yazmış İlhan Berk’in Paris’inde örneğin. Şairin “Atlas” adlı kitabında yer alan “Paris” başlıklı şiirinden bir bölüm okuyalım:

İkiye bölüyor Seine Nehri Paris’i ve dökülmüyor hiçbir yere, hiçbir ölüme

Bir kış günü gibi uzun ve ağaç kokuyor Gare de l’Est
Bir akya balığı gibi de partal ve gürültülü

Bıyığını düşürmüş bir adam ve Çin’den gelmiş gibi de sarı

Sessizliği yazıyor bir kayın Haussmann’da ve şubatı

Yaban kekiği kokuyor Kardinal Kahvesi ve yaşlı kakmacılar
Ve bankacılar (ölü yıkayıcılığı mı yapardı eskiden bankacılar ki akar hala gözleri)

Rüzgârın elinde Gramont Sokağı
Belli Alla’la oturup kalkmak istiyor, kahveye çıkmak ve dolaşmak sabahları
Eski bir pulcunun elinden pullar almak sonra
Seine’i geçmek, Saint-Germain’e çıkmak ve Lipp’de oturmak
Resim çizmek kaldırımlara, bir kasap havası çalmak sonra

Ve dönmek

Şiirin devamını getirmek yazıyı okuyanlara kalsın. Hazır Paris gündemde ve rüzgâr da umuttan yana dönmüş eserken. Sokaklarında yeniden enternasyonal marşı söylenmeye başlanan şehir heyecan verici elbette. Ancak bir yerden bir yere gitmek de hiç kolay değil. Hele de bizim gibiler için. Hem şartlar olgunlaşacak, hem imkânlar el verecek; belki o zaman…

Yazıyı küçük İskender’in “Bu Kartı Sana Paris’ten Atıyorum” şiirinden bir betikle noktalayalım, şaire de selam olsun:

bu kartı sana paris’ten atıyorum:
bugün mavinin ayrı bir havası
bugün rüzgârın özel bir şıklığı var,
bugün kuşların yaşgünü çünkü sevgilim!
bugün kuşlarla senden, senin
o çok efkârlı ellerinden konuştuk uzun uzun
bugün kuşlarla senin resmini çizdik
bütün karakol duvarlarına
biraz sandviç yedik, biraz su içtik seni düşünerek
allahına kadar fırlamaydık senin anlayacağın
bugün kuşların yaşgünü çünkü sevgilim
bugün kuşlara senin ismini armağan ettim!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Enver Topaloğlu Arşivi