Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Aldığı kadar un

Aldığı kadar un, yapanın kaldırma gücüyle de paraleldir, hamuru yoğuran içten içe bunu bilir, bardakla ölçmeye ihtiyaç duymadığında kendi için gerekli olan ayarı da sezmiş demektir.

Suyun kaldırma gücüne kafayı takmıştım bir süre önce, suya fazla yükleniyorduk, her şeyi kaldırabilir gibi davranıyorduk, eski annelere yapıldığı gibi. Kendi yoğunluğundan daha hafif cisimleri üstünde, daha ağır olanları ise dibinde tutuyordu. En en çok dipte birikenlere üzülüyordum, onlar görünmüyor ve dışsal bir etken devreye girmezse orada kalıyordu.

Akan ya da duran bir boşluk görünce içine bir şey atmayı ilk kim akıl etmişti acaba, etrafında dolanıp sadece bakıp geçmeden, eline geçeni fırlatmak nereden akıllarına gelmişti. Çok eskiden ölüleri bırakırlardı suya, ölüler sudan geçerek ölüm ülkesine giderler sanırlardı, bilinmezin sınırı ile kaldırma gücü arasındaki o tuhaf bağ. Eğer nesneleri kendi derinliğine ya da yüzeyine kabul edebiliyorsa bir şey, her şey ona bırakılacaktır. Eski su mitlerinde yığınlarca ıvır zıvırın suda hareket edişini görürüz, sandıkta ya da beşikte bir çocuk, bilinmeze giden ölüm kayıkları, yanıltıcı deniz kızları ve ne kadar ilişki kurulursa kurulsun hep bilinmez kalan bir sınır.

Eski kadınlar dertlerini bırakırlardı suya - suyun yoğunluğundan daha mı az, yoksa daha mı çok bilinemeyen dertlerini; Arşimet'in deneyinde işe yarayamayacak bir ağırlık, ruhun özgül ağırlığı, darasına sığmayan ve her türlü ölçü biçimine yabancı. Su derinine kabul etmediği şeyleri dibinde tutuyorsa, o derinlikte oluşan tortu muhtemelen görünüşte algılanamayan değişimlere de yol açıyordur. Su konuşur ama bunlardan söz eder mi, bilmiyorum, bütün diller gibi sökmesi ömür alabilir ve sonunda aslında hiçbir şey anlamadığınıza uyanabilirsiniz, öteki dillerde olduğu gibi. Göllerin, derelerin, nehirlerin, denizlerin dili, melankolinin, bilinçdışının, aynanın, arzunun farklı dilleri.

Eski kadınlar kendilerinde birikeni oraya akıtırken-çamaşırın kiri, yüreğin gizli derdi- belki de bu dili bir yerinden çözmüşlerdi: Bir şey vermek çoğu zaman almakla ilgilidir, kimsenin bilemeyeceği bir takas biçimi. Sessiz, gizli, biraz büyü gibi. Sonra artık kaldıramıyorum dediklerinde, suyun üzerinde yüzen şeylere benzeyecektir bu isyan, kaldıramamanın dili suyun kaldırma gücünün dili gibidir, açığa çıkarır her şeyi, tuhaf, su kaldıramadığında içine çeker, burada ise kaldırılamayan yüzeye çıkar.

Kadınlar daha minik sıvılarla katı şeyleri karıştırarak çörekler, ekmekler yaparken önemli bir ölçüyü daha kullanırlar: Aldığı kadar un. Buradaki denge de incedir, sıvıdan fazla ya da az olmayacaktır un, iki durumda da malzeme heba olur, ya taş gibi ya da toparlanmayacak kadar cıvık. Aldığı kadar un, yapanın kaldırma gücüyle de paraleldir, hamuru yoğuran içten içe bunu bilir, bardakla ölçmeye ihtiyaç duymadığında kendi için gerekli olan ayarı da sezmiş demektir. Fazlası katılaştırır, azı verimsiz bırakır. İhtiyaç duyulan şeyin hassas dengesi, -az ya da fazla değil-, sudan öğrendiğini ekmek yaparken de öğrenir. Sonra biri “ne demek aldığı kadar un” diye sorduğunda hemen cevaplayamaz, çok uzun bakmıştır çuvaldaki unlara ve önünden akıp giden sulara. Hayatın bir formülü yok ki der içinden ama bunu da suya fısıldar, kimse işitmemiştir.

Su, yabancı cisimleri uzun süre problem çıkarmadan alır içine, sonra bir gün dünyanın atıklarına tepki vermeye başlar, suyun yapısı bozulmaya başlar ve bu değişimden ilk etkilenen içindeki canlılardır. Suyun intihar girişimi.

İnsanın kaldırma gücü, bir dayanıklılığa mı işaret eder? Daha doğrusu katlanılamayacak olaylar karşısında sükunetini korumak gerçekten bir marifet midir, yoksa vuku bulan ruhsal bir müsilaj mıdır? Dayanıklılık olarak tarif edilen ve aslında bir cehennemde yaşandığını bilenler tarafından teşvik edilen “sağlam durmak”,ve ne olursa olsun “tepki ekonomisiyle” davranmak sahiden sağlıklı olmanın işareti midir? Sağlıklı olmak, hep makul olmak, arıza çıkarmadan yaşamak ve bütün ölçüsüzlüğü tekeline almışların karşısında hep ölçüye uymak suyun mu, unun mu, neyin ama neyin işine yarar.

Söylemişler işte, aldığı kadar un. Söylemişler işte, herkesin ve her şeyin bir dayanma gücü var. Dengeyi bozan biz değilsek niye depresyona girip, katlanıyor numarası çekiyoruz. Formül şu, fazladan verileni geldiği tarafa püskürtmek, nevrozu yaratıcı bir deliliğe, ölçüyü de un çuvalını tepemizden boca edenlere havale etmek.

Bu ölçüsüz yaz sıcağında, ben püskürtmeye galiba şuradan başlayacağım, işlerini doğru dürüst yapmadıkları için faturayı hayvanlara kesen bütün katliam yanlılarına, suyun ve unun altın oranının ne olduğunu bir köpek sürüsüyle ölene kadar hatırlatacağım. Söylenmiş işte, aldığı kadar un.


Süreyya Karacabey kimdir?

Süreyya Karacabey Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik, Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek başlıklı kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi