Fail ile mağdurun ilişkisi üzerine -I: Failin travması

Failin yaptıkları üzerine düşünerek, kendini sorgulayarak, işlediği suç ile yüzleşmesine, kendini mağdurun yerine koymasına, yaşadıklarını hissetme, anlamaya çalışmasına 'fail travması' diyorum.

Bu yazıdaki tezler daha önce Birikim Dergisi’nin Ekim 2023 sayısında yayınlandı.

Willy Brandt Varşova’da direnişi sembolize eden anıtın önünde diz çökerek Nazizm’in suçunu sembolik olarak üstleniyor. Brandt hayatını Nazizm’e karşı mücadeleyle geçirmiş biri… Kişisel olarak suçun hiçbir yerinde payı yok. Ama bir Alman olarak Almanların suçunu ve Alman Devleti’nin temsilcisi. Sembolik olarak suçu üstleniyor ve diz çökerek mağdurun mağduriyetini koşulsuz kabul ediyor. Mağdura saygı denilen şey bu galiba. Fail travmasıyla kastettiğim bu. Failde oluşan suç bilinci ve bu bilincin failde başlattığı değişim/dönüşüm süreci.

Brandt bize ‘yaptığımız zulmü biliyoruz, suçumuzu biliyoruz, amasız ve fakatsız mağdurun önünde diz çöküyoruz’ diyor. Failin utancının zirvesi ve bu utancı gizlememe hatta bariz gösteren bir fotoğraf. Suçluyuz... Berkin Elvan… Suçluyuz… Suçluyuz Hrant… Tahir Elçi… Deniz Poyraz… Mazlum Doğan… Binlerce, on binlerce isim ve isimsiz… Eren Bülbül… Garip, yabancı dil konuşan insanlar… Ve devlet… Beyaz Torosları, işkencehaneleri ve bombaları, silahları olan devlet… Bir yanda Willy Brandt diğer yanda ‘oh biz ettik, canımıza değsin, size de daha kötüsünü yaparız’ diyen devlet… Zulüm varsa ve bu zulme halkın çoğunluğunun desteği varsa failin bu kadar zalim nasıl olabildiğini düşünmek gerek.

Yaşlı bir kadın çocuğuna bağıran bir babaya müdahale eder ve çocuk sevme konusunda kısa bir konferans verir. Baba ve çocuk arasında güç dengesizliği vardır; çocuk, var olabilmek için babaya bağımlıdır. Bu durumda çocuk, kendisine zarar veren babasıyla aynı ortamda yaşamak zorunda kaldığı gibi babanın zulmünden kurtulmak için de babasına iyi davranmak ve onu üzmemek zorundadır. Bu güç dengesizliği ve güçlü olanın istediğini zayıf olana yapabilme keyfiliğini başka örneklere de taşıyabiliriz: İş/işveren, çoğunluk/azınlık gibi.

Yaşlı kadın aslında çok önemli bir şey yapmaktadır. Eğer zalim-mağdur ilişkisine üçüncü bir taraf müdahale etmezse, faile ayna tutup yaptığının zulüm olduğunu göstermezse, güçlü/fail taraf tutumunu değiştirmeyi gerekli görmez. Zalim bu kontekslerde mutlaka zulmünden kârlı çıkar. Yani fail keyfi olarak zalim olmuyordur. Bu tür zulümlerde sadist haz belirleyici değil çoğu kez. Örneğin, çocuğuna bağıran baba, çocuğun kafasını şişirmesine engel olmak ve ona haddini bildirmek amacıyla hareket etmektedir. Böylece, sanki çocuğu yokmuş ve ilgilenmesi gerekmiyormuş gibi yolculuğunu sürdürebilmektedir.

Fail/mağdur ilişkisinde zulmün dorukta olduğu soykırımlarda en önemli meselelerden biri mağdurun malını talan etmektir. Tarihçi Götz Aly, Almanların soykırımdaki “talan arzusu”ndan söz eder ve Nazi rejiminin Yahudi mallarına nasıl çöktüğünü, Avrupa ve Afrika’da işgal edilen toprakları nasıl talan ettiklerinin dökümünü çıkarır.[1] Zalim yaptığı zulümden ötür cezalandırılmıyorsa, yani negatif bir davranışın yapana negatif bir sonucu olmuyorsa zalimliğini sürdürüyor. Yani karısını döven faile hiçbir şey yapılmıyorsa bu davranışı sürdürmekte bu fail kusur/yanlış görmeyebiliyor.

Yukarıda sözünü ettiğiniz kadın, aynı kültürde yaşamasına rağmen bu farklı ve çocuğu korumacı davranışı nasıl gösteriyor? Kendi gençliğinde kendi çocuklarını döven, dayağı eğitimin en önemli yöntemi gören bu anne, yaptıkları üzerine düşünerek ve kendi yanlışını, suçunu kabul ederek, örnekteki davranışı göstererek suçunu telafi etmeyi deniyor. İşte faillerin kendi davranışlarını gözden geçirerek yaşadığı dönüşümün kendisinde yarattığı travmatik etkiye 'fail travması' diyorum. Bu kavram, başka kontekstlerde bazı psikanalist arkadaşlar tarafından da kullanıldı.

Failin mağdurla özdeşleşmesi, kendini mağdur yerine koyarak mağdurun duygularını hissetmesi, mağdurun yaşadıklarını anlamaya/hissetmeye çalışırken ikincil bir travma yaşaması. "Bir insan olarak başka bir insana bu zulmü nasıl yapabildim?" sorusu, bu travmatik etkinin yol açtığı bir dönüşüm sürecini ve mağdurlarına yardım etme isteğini tetikler. Fail travması failin öncelikle kendisine yaptığı bir iyilik çünkü fail fail konumunu terk etmeyi deneyerek insani özelliklerini yeniden edinme sürecine giriyor. Fail kendisini fail yaptığı eylemle sonsuza kadar masumiyetini kaybeder. Travma sonrası failin farkına varmadığı ama mağduruna hissettiği hasette de bu masumiyet önemli rol oynar. Fail artık hiçbir zaman masum olamayacaktır. Fail travması yeniden masumiyete ulaşma çabasıdır. Bir yerde bir zulüm olmuşsa masumiyet aslında sonsuza kadar yitiriliyor failin buradaki çabası telafi etme kendi içinde kendisini bağışlama mücadelelisidir de.

Travma çalışmalarında da failin suçunu kabul etmesinin ve en azından işlediği suçtan pişman olmasının mağdurun iyileşmesine olumlu etkisi vardır. Eğer fail yaptığını inkâr ediyor ve ortaya çıkan zulüm için sorumluluk üstlenmiyorsa, mağdur bu durumdan ötürü yeniden travma yaşayabilir. Mesleğim gereği, devletin çeşitli durumlarda zulmünü görmüş insanlarla çalıştım. Travma, yara demektir. Psikolojik yaralar görünmezdir. Röntgenle veya sonografiyle tespit edemezsiniz, ama insanın içinde travmanın izleri sonsuza kadar kalır.

Vücudunda ve ruhunda işkence izleri taşıyan biri, televizyonlarda "Ülkemizde işkence yok. Demokrasi var, insan hakları var" gibi ifadeleri duyduğunda, işkencecinin veya devletin yaptıklarını inkâr etmesi işkence mağdurunu yalancı ve iftiracı konumuna getirir. Fail suçunu inkâr ederken, mağdur bir kez daha ve bu kez yalancılıkla suçlanır. Yani mağdur, bu anlamda bir kez daha suçlu ilan edilir. Failin zulmünü anlatmaya çalışan mağdur, bu kez fail olmadığını ve masumiyetini ispat etmeye zorlanır. Fail, suçunu ve zulmünü mağdurun üzerine yıkarak, mağduru bir kez daha çaresiz bırakır ve kendini rahatlatır. Bu durumlar mağdurlar için yeniden travma (Retraumatisierung) etkisi yapabilir. Mağdurum masumiyetini ispat etme çabası travmatik renkler taşır.

İşkence/travma anı, tanığın olmadığı veya tanıklık yapacak kimsenin olmadığı andır. Bu olayın tanığı olmadığı için devlet de zaten buna güvenerek inkâr eder. Mağdur, işkence gördüğünü anlatırken tanığı olmayan bir olayı kanıtlamaya çalışır. Bu çok önemlidir, çünkü tanığı olmayan, devletin (gücün ve iktidarın) inkâr ettiği, failin mağduru suçladığı bir durumda, mağdur yaşadığının gerçek olduğunu ve hayal ürünü olmadığını ispat etmeye çalışır. Bütün bu acı/zulüm hayal ürünü olarak ilan edildiğinde, psikotik bir durum oluşur. Mağdurun yaşadığı duygular, çektiği acı ve korku... Her şey bir hayal ürünü olarak ilan edildiğinde, mağdur gerçek ile hayali ayırt edemeyen psikozlu biri konumuna getirilir.

Failin suçunu kabul etmesinin mağdurun iyileşmesine katkı sağlaması, failin yaşadığı dönüşüm ve pişmanlık süreci mağdurun travmasını hafifletmesi açısından önemlidir. Ancak, failin inkârı ve suçunu mağdurun üzerine yıkması, mağdurun iyileşme sürecini zorlaştırır ve travmanın etkilerini daha da derinleştirir.

Fail-mağdur dinamiğinde çok sık gözlemlediğimiz bir durum var. Mağdur, mağduriyetini anlatmak için girdiği yolda kendi masumiyetini anlatma ve kanıtlama derdine düşer. Bu durum, yeniden sonsuz çaresizliğin yaşandığı tepe noktasıdır. Ya bu psikotik duruma tahammül edeceksiniz ya çıldıracaksınız ya da vazgeçeceksiniz. Her ihtimalde, fail bir kez daha haklı ve güçlü konumuna gelir. Bu süreç travmatiktir ve mini travmalara yol açar, çünkü travma anında da mağdur güçsüz, fail güçlü konumdadır. Fail sadece mağdurun güçsüzlüğünden ötürü zulüm yapmaz; bu güçsüzlükten de bir tür zulüm üretir.

Fail travmasında, ancak failin suçunu kabul etmesi, kullandığı güçten ötürü utanması ve bu güçten vazgeçmesi mağdurda rahatlık yaratır. Failin suçunu kabul etmesi, mağdurun iyileşmesi açısından önemlidir. Bu, failin kendi davranışlarını sorgulaması ve güç dengesizliğinden kaynaklanan travmayı fark etmesiyle mümkündür. Failin suçunu kabullenmesi ve bu suçtan ötürü utanması, mağdura bir tür rahatlama sağlar. Ancak, failin suçunu inkârı ve mağduru (mesela yalancılıkla, iftirayla) suçlaması, mağdurun yeniden travmatize olmasına ve çaresizlik hissetmesine yol açar. Bu dinamik, failin güçlü konumunu pekiştirirken, mağduru daha da zayıf ve savunmasız hale getirir.

Cinsel tacize uğramış bir kadının faili kadını yalanlıyor ve tacizin bir iftira olduğunu söylemeyip karşı davalar açıyor ve kadın bu kez de hukuk önünde adamdan kurtulmaya çalışıyor. Kurumları ve gücünü kullanarak fail kadını taciz etmeyi sürdürüyor. Bu tür durumlarda mağdur fail öldüğünde rahatlama hisseder çünkü mağdur resmen paranoyak (bu örekte reel de) izlenme korkusuyla yaşar. Failin ölmesi izlenmenin bitmesi ve failin cezalandırılması gibi yaşanır. Fail ölmüştür ama mağdur travmaya rağmen yaşamayı, failden kurtularak daha uzun yaşamayı başarmıştır… Bu örneği kolektif travmalara ve devletin tavrına aktarabilir. Ermeniler, Aleviler, Kürtler, solcular ve daha niceleri zalim suçunu kabul etmediği sürece içlerindeki sızının dinmesi neredeyse imkansızdır.

Kolektif travmalarda fail suçunu üstlenmediği, cezalandırılmadığı ve telafi etme, onarma isteği göstermediği sürece, fail ile mağdur arasında paradoksal bir ilişki oluşur. Mağdur, faile farkında olmaksızın negatif bağımlı hale gelir. Örneğin, bazı devletler soykırımı resmen tanıyabilirler, bu Ermeniler için olumlu bir gelişme olabilir, ancak Ermeniler meselelerini bir yerde Türklerle çözmek zorundadırlar. Bu durumda paradoksal bir bağımlılık oluşur. Bu, travmanın mağdur açısından çözülememesi ve sonlandırılamaması demektir. Mağdur, failin suçunu kabul etmesine bağımlıdır. Bir başka mesele de failin zulmünü tekrarlama ihtimalinin yarattığı korku. Failin yaptığı zulmü anımsatarak dolaylı/dolaysız mağduru tehdit etmesi. Mesela "kılıç artıkları" ifadesi; mağdura zulmü yeniden tehditkâr anımsatmadır.

Mağdurun bunlardan bütünüyle kurtulması failin tavrındaki olumlu gelişmeye bağlı ve mağdurun kendi failine travmadan kurulabilmesi için bağımlı olması. Bireysel travmada failin ölmesi mağdurda psikolojik bir rahatlama sağlar çünkü travmanın tekrarı ihtimali ortadan kalkar. Yani tecavüzcüsü ölen biri failinden artık korkmaz. Ayrıca mağdur failin ölümünü failin yaptığı zulmün cezası olarak görebilir. Fail ölür ve mağdur yaşıyor olması zulme rağmen yaşama başarısı gibi algılayabilir. Failin ölmesi mağdurun kurtuluşu… Soykırım gibi kolektif travmalarda fail kuşağın ölmesi mağdurda rahatlama yaratmaz çünkü, genelde fail geleneği gelecek kuşa aktarılır. Fail kendi zulmünü gizleyebilmek için mağduru suçlu/düşman gösteren bir anlatıyı kendi gelecek kuşağına miras bırakır. Yani düşmanlık ve mağdurdan nefret gelecek kuşağa miras olarak aktarılır (kuşaklar arası aktarım).

Travma anında fail ve mağdur arasındaki güç orantısızlığı, travmanın yaşanmasına neden olurken, travma sonrasında da failin suçunu üstlenmesini beklemek mağdurun bu bağımlılığını devam ettirir. Bu nedenle, travma sonrası da fail güçlü konumda kalır. Çünkü fail mağdurun bir nebze rahatlaması gücünü eline geçirmiştir. Fail güçlü kalır çünkü soykırımda kırımdan ötürü mağdur zayıf/güçsüz kalır/bırakılır.

Travma (birlikte) yas tutarak geride bırakılabilir. Bununla mağdurun yas tutmasını kastetmiyorum sadece. Fail de insan olamaya dair çok şey yitirir. Travma sonrası güç dengesizliği devam ettiğinden fail yas tutmaya ihtiyaç duymaz. Yas tutmak fail için zulmün kabulü demektir. Halbuki fail kendisine masumiyet hikayeleri uydurma derdindedir. Ayrıca fail mağdurun sürekli olarak yas tutma sürecine müdahale eder, doğrudan eylemlerle ya da sembolik agresif dokunuşlarla yas tutma sürecini kesintiye uğratır. Yasın tutulması bunun resmîleştirilmesi zulmün resmi kabulü anlamına gelir ve fail bunu engeller. Bu durum, mağdurun yasını bitirememesine ve sürekli eski yaraların acıdığı, yeni yaraların eklendiği bir iç yara oluşturur.

Aleviler, Kürtler, Ermeniler, solcular gibi grupların yaşadığı travmalar ve devletin bu gruplar karşısındaki tutumu, kamusal alanda tanık olunan travmatik olaylara neden olur. Türkiye'deki travmaların failleri bilinir, ancak açıkça konuşulmaz. Bu, tabuya benzer bir durum yaratır, çünkü tabu bilinen ama üzerine konuşulamayan şeydir. Travmalar, mağdurlar ve failler bilinir, ancak açıkça konuşulmaz; bazen tehdit amaçlı, bazen ima yoluyla konu edilir. Örneğin, Beyaz Toros'ların şoförünün kim olduğu tam olarak bilinmez, ancak sahiplerini herkes bilir.

Bir dönemin failleri, kendileri mağdur olunca, mağduriyetlerinden önceki kötülüklerini mağduriyetleriyle temize çektiklerini sanırlar. Örneğin, ırkçıların 1980 öncesi yaptıklarını, cunta sonrası maruz kaldıkları zulümle temize çekmeye çalışmaları gibi. Yaşadıkları mağduriyeti, işledikleri suça sayarak iyi hal kağıtlarını düzelttiklerini sanırlar. Sinan Ateş… Dava arkadaşları tarafından katledildi. Gözü yaşlı yakınları ve babasız kalan çocukları. Kuşkusuz bu insanlara empati kurulduğunda bu insanlardan yanasınız. Mağdur bir Sinan Ateş ve mağdur yakınları… Takvimi ama biraz geri alınca Sinan Ateş’in masum kimliği kayboluyor… Şunu söylemeye çalışıyorum. Bir failin daha sonra masum olması onun fail kimliğini ortadan kaldırmaz. Bu konuları ayrıntılandırmak gerekir.

Ayşe Ateş’in verdiği mücadele bir mağdurun hak arayışının yanı sıra "fail travması" izleri de taşıyor. Yani yapılanlardan (ülkücü olmaktan) pişman olmak. Psikanalizde, çözümlenemeyen travmaların gelecek kuşaklara aktarımı ve bu travmaların, fail geleneğinin oluşmasına katkıda bulunması, gelecek kuşakların da bu geleneğin gereği olarak kendilerine mağdurlar bularak öfkelerini onlara yöneltmeleri durumu vardır. Bu olaylar, bilinç ötesine ve kolektif bilinç ötesine kaydedilir. Bütün bunlar, failin dönüşmesine engel olur ve yaşatılan travmalardan fail travmasına geçilememesine neden olur. Tıkandığımız nokta burasıdır.

Travmanın çözülmesi failin dönüşüm süreci, suçunu kabul etmesi ve telafi etmeye çalışması ile daha kolaylaşır. Ancak, bu süreç gerçekleşmediğinde, mağdur sürekli olarak travmanın etkileriyle başa çıkmak zorunda kalır ve bu durum nesiller boyunca devam eder. Bu nedenle, failin dönüşümü ve mağdurun iyileşmesi için suçun kabulü ve telafi süreci kritik öneme sahiptir.

FREUD, TOTEM VE TABU: BİR FAİL TRAVMASI HİKAYESİ

Freud, Totem ve Tabu adlı eserinde, çeşitli travmaları tanımlar. Hikâye şu şekildedir: Kurgusal bir geçmişte, bir grupta (ilk grup, başlangıç grubu) zalim bir baba vardır. Bu baba, oğullarına çok kötü davranmakla kalmaz, gruptaki tüm kadınları da kendi eşi yapar. Babanın bu durumundan hoşnut olmayan oğullar, zalim babayı öldürürler. Burada mağdur-fail yer değişimi/dönüşümü dediğimiz ve psikanaliz teorilerinde kuramsallaştırılan bir olgu karşımıza çıkar: Mağdurlar, mağduriyetten kurtulmak için ya da kurtulduktan sonra kendileri fail olurlar.

Önemli dinamiklerden biri, mağdurun bir daha mağdur olmamak istemesi ve bu durumun onu fail yapması ya da faile dönüştürmesidir. Baba katili çocuklar, yaptıklarının farkına varır ve bu kadar zalim olmaları onları şoke eder. Yaşadıkları suçluluk duygusu ve bununla ilişkili pişmanlık, oğulları babanın kurduğu kuralları yeniden sahiplenmeye, babayı yüceltmeye yöneltir. Çocukların yarattığı baba efsanesi nedeniyle, babanın öldükten sonra hayatta güçlü kılınması (yüceltme, babaya ve kurallarına sıkı bağlılık gibi) ortaya çıkar. Baba, öldükten sonra öncekinden daha güçlü hale gelir. Burada, babanın prensiplerine sıkı bağlılık önem kazanır. Öldürülen baba sembolik olarak insanların hayatında daha güçlü rol oynar.

Bu anlatıda benim anlatmaya çalıştığım fail travması gerçekleşir: Zalim baba vardır. Zulümden kurtulmak için oğullar, zalim babadan kurtulurlar. Zalimden kurtulurken kendileri de zalim olurlar. Zalim baba keyfi zulüm uygular ama çocuklar zalimleşirken babadan daha da zalim olurlar ve baba katili olurlar. Sonra da kendi zulümleri, şiddet potansiyelleri katil evlatları şok eder. Burada başka bir sorun da toplumda var olan strüktürler/düzen yok olur. Baba ve otoritesi üzerinden oluşan hiyerarşi ortadan kalkar. Katil kardeşler babanın düzenini kutsayarak yeniden babayı hayatlarına alırlar. Burada en önemli değişiklik çocukların yabancıyla, ele yani kendi dışındakilerle ilişki kurarak otorite ve kullar arasındaki ikili ilişkiyi üçlemeleridir. Yabancıdan kız alıp vererek ensest tabuya işlerlik kazandırırlar.

Aslında bu anlatıyla Freud dinlerin ve kültürlerin oluşma mekanizmalarını izah etmeye çalışır. Öldürme ve ensest tabusu çok kültürün temelini oluşturur. Yeri gelmişken, ensest tabunun ilk psikanalistlerin savunduğu gibi evrensel olmadığı bazı kültürlerde kardeş evliliğinin iktidarı paylaşmamak/korumak için serbest olduğunu biliyoruz. Eski Mısır’da Haçepsut ve Kleopatra buna örnektir. Babalarını öldüren çocuklar saldırganla özdeşleşme yaşarlar.

Anna Freud’un kuramsallaştırdığı ve "savunma mekanizması" olarak geliştirdiği konsepti hatırlayalım: Zalimle, kötülük yapanla özdeşleşme. Çocukken dayak yedikleri için dayaktan nefret eden çocukların büyüdüklerinde kendi çocuklarına dayak atması. Nefret ettiğiniz, hayatınızda olmasını istemediğiniz bir şeyi yakınlarınızla ilişkide yaşadığınızda, bilincinizle istemediğiniz bir davranışı bilinçötesinde içselleştirmeniz ve kendinize katmanız.

Zulüm sonrası babasız (otoritesiz) kalan oğullar, bir yandan ne yapacaklarını bilemezken, diğer yandan baba katili olduklarını kavramaya başlarlar: "Biz ne yaptık? Biz bunu nasıl yapabildik?" Bu sorular, onları yaptıkları üzerine bir refleksiyona, düşünmeye zorlar. Bu andan itibaren oğullar, bir dönüşüm ve değişim geçirirler. Zalimler, yaptıkları zulmün farkına varır ve bu onlarda travmatik bir etki bırakır. Bu travmatik etki, onlarda önemli bir olumlu dönüşüme neden olur.

Freud, dolaylı olarak kültürün, dinin bu travma sonrası oluştuğunu anlatır aslında. Baba katili çocuklar zulüm yapmaktan vazgeçerler, öldürme ve ensest tabusunu getirirler. Yüceltilen baba ve babayı anma ritüelleri üzerinden tanrı ve inançlar oluşur. Ensest tabusu, yabancı kadınlar/erkeklere yönelmek ve aile dışında evlenmenin gelişmesini sağlar. Burada, artık yabancıyla (el kızı/el oğlu) evlilik kültürün dinamiğini oluşturur.

Irkçıların 'devlet' kurguları ve devletin yüceltilmesi, 'katledilen baba' sonrası çocukların babayı (devleti) kutsamasıyla benzerlik gösterir. Bazı kültürlerin babası sembolik olarak da katledilmemiştir. Bu kültürlerde çocukların babadan korkuları çoktur ve babayla her dalaşta baba çocuğu yener. Yani Müslüman kültürlerde babayla çatışan çocuk katledilir. Bu nedenle çocuğun başkaldırı korkusu ölümcüldür. Çocukla baba arasındaki çatışmayı baba kazanır. Çocuk itaat ederek ve bu itaati yücelterek var olur. Babanın zulmünü çocuk haklı görür. Zaten babasından/anasından dayak yiyen çocuk anne/babayı suçlamaz kendisini suçlar: "Annem/babam iyiler, melek gibiler ama ben hata yaptığımı için beni dövmek zorunda kaldılar, ben onları zor durumda, bana dayak atma durumunda bıraktım" diye düşünür.!

Bu düşünce bir yanıyla fail ve otorite yüceltmesi aynı zamanda kulluğu/itaati rasyonelleştirerek olağanlaştırma gayretidir. Aslında böyle kültürlerde iktidardaki baba/reis, hiçbir zaman gerçek baba (otorite) olamazlar. Çünkü arka planda 'devlet' olarak adlandırılan ve hâlâ yaşayan, ölmemiş (ödipal anlamda da öldürülmemiş) diri bir baba vardır. Tanrı gibi görünmez, bilinmez, tarif de edilemez ama her yerde hissedilen, her alanda karar veren bir fantomdur devlet/otorite. Liderler, babanın (devletin) düzenini baba adına sürdüren, hareket alanları kısıtlı figürler olurlar. Derin devlet kurgusu bu bağlamda önemlidir. Çok uzaklardan bakanlar için, asıl devlet derin devlet gibi görünür. İktidar olmak 'baba' olmak anlamına gelmez. Babanın sürekli hissedilmesi, her şeye müdahale edebilmesi, her yerde gücünü hissettirmesi ama kişiselleştirilememesi (devlet şu kişidir diyemeyiz, ama devletle birçok yerde karşılaşırız) insanlarda otoriteye (otoriter babaya) özlemi artırır. Güçlü lider arayışı, biraz da bu güçlü babayı canlı ve başlı görme arzusuyla ilişkilidir.

Totem ve Tabu’da anlatılan, kolektif bir cinayet ve kolektif bir travmadır. Fail travması oluşturamayan fail grup, genelde olayı unutturmaya ve üzerini örtmeye çalışır. Bu nedenle, olayı araştırmak isteyenlere agresif tepki verir. Travma unutulamayandır. Travma, üzeri örtülse de kolektif bilinç ötesine ve bireyin bilinç ötesine kaydedilir. Bu bağlamda unutturulmaya çalışılan travma, aslında tabuya dönüşür; yani herkesin bildiği ama konuşmadığı bir konudur. Bu konuyu konuşmak isteyenlere agresif davranışlar, tabu çiğnenmesine tepkinin yanı sıra tabulaştırılan konunun içerdiği zulüm ve bu zulme bağlı psikolojik mirasla da ilişkilidir. Bu zalimce tepkiler, hem bu zulmü hatırlamamak ve hatırlatmamak için hem de fail travmasına dönüşmesini engellemek için ortaya çıkar.

Freud’un teorisi, failin kendi suçunu ve zalimliğini fark etmesi durumunda, travmanın mağdurları üzerinde olumlu bir dönüşüm yaratabileceğini öne sürer. Ancak bu farkındalık ve dönüşüm süreci gerçekleşmediğinde, fail güçlü kalır ve mağdur sürekli olarak travmanın etkileriyle başa çıkmak zorunda kalır. Bu nedenle, suçun kabulü ve telafi süreci hem failin dönüşümü hem de mağdurun iyileşmesi için kritik öneme sahiptir.

MAĞDURLARIN SESSİZLİĞİ VE DÖNÜŞEN TRAVMALAR

Travma yaşayanlar, travmayı hatırlamaktan kaçınırlar çünkü anımsamak travma anında yaşanan negatif ve yoğun duyguları yeniden yaşamak demektir. Travmaya dair bir suskunluk ve felç olma hali vardır. Travmayı hatırlamak, sonsuz bir çaresizlik ve güçsüzlük duygusu yaratır. Korku, hâkim duygu olur. Travmayı yaşayanlar, genellikle birilerinin yardımıyla o anı anımsar ve çoğu kez birilerinin yardımıyla faille mücadele ederler. Fail/mağdur arasındaki güç dengesi failin lehineyse mağdur faille karşılaşmak kaçınır çünkü mağdurla karşılaşmak travma anına ait bir yaşanmışlıktır da. Anımsamak/karşılaşmak, utanma ve korkudan ötürü travmanın yenilenmesi (Retraumatisierung) tehlikesini doğurur. Bu nedenle, işkence görenlerde ve tecavüze uğrayanlarda genelde bir sessizlik hali vardır. Travma, insanın insana dair anlamlandırmalarının dışında bir yerde olduğundan dolayı anlatılamaz, sembolize edilemez ve soyutlanamaz. Bu durum, travmayı anlatmayı ve göstermeyi zorlaştırır.

İkincil travma yaşayanlar için protesto etmek, sesini yükseltmek ve adalet aramak daha yapılabilir bir şeydir. İşkenceyi protesto edenler, işkenceyi yaşayanlarla empati kurabilenlerdir. Bu insanların varlığı, travma geçirenlere cesaret verir. Travma anının yalnızlığı ve terkedilmiş hali olmadığından, travma geçirenler de bu protestolara katılabilirler. Ayrıca, ideolojik olarak travmasını faili mahkûm etmek amacıyla mücadele aracına dönüştürmek isteyenler de ses çıkarabilirler. Travma geçirmiş bazı insanlar, kendi travmasını kendilerine yabancılaştırarak ve böylece travmaya mesafe koyarak bu durumu seslendirebilir. Mesela utanma duygusunun yoğunluğundan dolayı, taciz gören insanlar başkalarının tacizine itiraz ederken kendi acılarını da bu protestoya katarlar.

Reel olayla, anlatılan ve anımsanan olaylar arasında fark vardır. Hiçbir şey yaşandığı gibi anımsanmaz. Bu, yaşanan gerçeklik ve anlatılarak oluşturulan kurgu bir gerçeklik olduğu anlamına gelir. Kolektif travmalarda mağdur ve fail başka/farklı anımsarlar. Fail anımsarken suçluluk duygusundan ve sorumluluktan kaçıngan bir eğilim gösterir ve inkârcı bir yol izler. İşte bu eğilim başka bir anlatıyı doğurur. Failin mağdur ama kahramanlık anlatısı… Hiçbir insan fail ya da mağdur doğmuyor ve bebeklerde gözlemlenen evrensel bir olgu var: Bir bebek başka bir bebeğin ağladığını duyduğunda kendisi acı çekmese de ağlamaya başlıyor. Yani bebeğin acı çeken insanla duygularını paralelleştirme, empati eğilimi var.

Merhamet, empati, duygusal yakınlık. Zamanla bu özelliğini çocuklar yitiriyorlar. Başka bir eğilim de güçlü birinin zayıf birine orantısız güç kullanımını gören/bilen insanlar zayıftan yana olmaya meyilliler. Yetişkin biri küçük bir çocuğu zalimce dövdüğünde veya yere düşmüş birine tekme tokat vurulduğunda insanlar zayıfla duygusal yakınlık kurup güçlüye karşı tutum alıyorlar.

İşte bu insani tavırlar faili kendi anlatısı (zulmünü gizlemek) için bir mağduriyet bulmaya itiyor. Başlangıçta ben mağdurdum ve savunma amaçlı işler yaptım. Zalim ve fail genelde fail ve zalim olarak tanımlanmak istemiyorlar. Burada ‘başlangıç mağduriyeti’/’birincil mağduriyet’ olarak adlandıracağım bir şey oluyor. Başlangıçta asıl mağdur bendim. Anımsamada genelde bu mağduriyete vurgu yapılıyor. Fail suçunu kabul etmiyor çünkü failin suçunu kabul etmesi kendi kişiliğinin bir parçası yaptığı, kendisiyle özdeşleştirdiği anlatının, kişilik özelliklerinin de yok edilmesi demek. Bu ilk bakışta ‘psikolojik ölüm’ gibi bir şey.

Bu durum faili en çok korkutan şey. Fail bir dönem sonra falliği kimliğine ekliyor, mazlumluk üzerine kurulu kahramanlık (kahramanlık çoğu kez bir zulmü anlatır) kimliği ediniyor ve mazlumluk manzumesi olan bir fail kültürü oluşturuyor. Bu kültürde büyüyenler bu kültürü de benimsiyorlar/kendilerine ekliyorlar. Anne/babayla özdeşleşirken aslında faillik de içselleştiriliyor. Bu o insanların en olağan en normal halleri oluyor. Her kimliğin bir de gölge, anlatılmayan, gizlenen yanı var. Hiçbir insan sadece sergilediği, anlattığı değildir. Her insan bilinen kimliğinden daha da fazladır. Bu ‘fazla’ da zaten ‘gizlenen, kaçınılan, bastırılan’ yandır.

Kısacası ötekinin, mağdurun, düşman bilinenin eklenmediği, dışarıda tutulduğu her anlatı eksiktir ve yanıltıcıdır. Her failin kimliğinde/kültüründe eksik mağdur anlatısı/hikayesi her mağdurun da hayatında kaçınılmaz olarak bir fail ve faile dair izler var. Bunlar faile anlayış gösterelim bağlamında ve ikna etmek için yazmıyorum. Fail hâlâ güçlüyse failin düşünce ve davranış mekanizmalarını anlayarak bir tutum geliştirmek gerek. Hiçbir şey failin suçunu bağışlatma amaçlı değil. ‘Failde suç bilinci nasıl oluşturabiliriz’e dair.

Psikanalist Otto Rank’ın kullandığı, ancak yer yer tartışmalı olan bir kavram var: Doğum travması. Bu kavram, insanın doğumundaki zorlukların yarattığı travmatik etkileri tanımlasa da toplumsal olgular ve ulusların doğumuna ve cumhuriyetin kuruluşuna ilişkin de düşünülebilecek bir kavramdır. Cumhuriyetin doğuş travması ve onun günümüze etkileri… Devletin bu kadar kutsanması, biraz da bu travmanın sonuçlarını konuşmaktan kaçınma anlamına gelir. Kuruluşun yüceltilmesi ve kahramanlık söylencesine dönüştürülmesi, gerçeklikten kaçış değil midir?

Travmanın anlatılması, sadece mağdurlar için değil, toplumun genelindeki bilinçlenme ve farkındalık için de önemlidir. Ancak, travmanın yeniden yaşanma tehlikesi, bu süreci zorlaştırır. Bu nedenle, travmanın sağlıklı bir şekilde işlenmesi ve mağdurların desteklenmesi hem bireysel hem de toplumsal iyileşme için kritik öneme sahiptir.


Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

KAYNAKÇA

[1] Hitlers Volksstaat. Raub, Rassenkrieg und nationaler Sozialismus [Hitler’in Halk Devleti, Soygun, Irk Savaşı ve Nasyonal Sosyalizm] (Fischer Verlag, 2005), 4. baskı, s. 311.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi