Nurcan Kaya
Koronalı günlerde yerel yönetimleri yeniden düşünmek
Bütün dünya korona salgını ile mücadele ederken, tabiri caizse insanlık ölüm kalım mücadelesi verirken iktidar yine yapacağını yaptı ve başka ülkelerde muhtemelen eşi benzeri olmayan bir uygulamaya imza attı.
Bildiğiniz üzere korona salgını ile mücadele çerçevesinde pek çok işyeri kapatıldı. Özellikle küçük esnaf ve çalışanları çok zor durumda kaldı. Bu işyerlerinin muhtemelen tamamına yakını ve başka sektörlerde faaliyet yürüten birtakım şirketler de çalışanlarını ücretsiz izine ayırdı. Kapatılan iş yerlerinde çalışan muhtemelen yüz binlerce insan, garson, çırak, aşçı, satış sorumlusu, temizlikçi, gündelik çalışan, işportacı… vs. işsiz ve gelirsiz kaldı. İktidar kabul etmese de uzun süredir ekonomik bir kriz yaşanmakta olan ülkede kriz derinleşti. Öyle ki, korona salgını birkaç ay sonra bitse bile bu krizden çıkış epey bir zaman alacak ve yoksulluk ülkedeki en yakıcı sorun olmaya devam edecek.
Hal böyleyken, iktidarın devlet bütçesini insanları desteklemek için olabildiğince kullanmasını ve insanlarla dayanışmanın her yolunu denemesini ve desteklemesini beklersiniz. Lakin malumunuz olduğu üzere, iktidar, esnafa, gelirsiz kalan ya da yoksullaşan kişilere makul düzeyde bir miktarda para ödemediği için sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, yerel yönetimler ve bireyler birtakım inisiyatifler alıp dayanışma kampanyaları örgütlemeye başladılar. İktidar, eşi benzeri olmayan uygulamaya işte bu esnada başladı.
Belediyelerinin çoğuna kayyım atanmış olan HDP, bir siyasi parti olarak yardım toplayıp insanlara dağıtmak için harekete geçti ancak bu çabası iktidar tarafından engellendi. Daha sonra, son genel seçimlerde CHP’ye geçen İstanbul ve Ankara Büyükşehir belediyeleri başta olmak üzere muhalif partilere mensup bazı belediyeler yardım kampanyaları düzenlemeye başladılar. Halkın epey de teveccüh gösterdiği bu kampanyaları belediyelerin yürütmeleri yasaklandı ve belediyelerin açmış oldukları yardım hesapları bloke edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan "Belediyelerimiz valiliklerimizin izni olmadan kampanya açarsa devlet içinde devlet olmaktır. Gücü dağıtmış oluruz. Buna kimsenin hakkı yok. Yasalarımız da buna müsaade vermiyor" sözleriyle belediyelerin yardım toplamalarını eleştirip getirilen yasağı savundu. Bir yandan da iktidarın kurumları tarafından yürütülen yardım kampanyasına destek çağrısı yaptı. İçişleri Bakanı Soylu ise bu yasağı şu sözlerle savundu: "İçişleri Bakanıyım, işkillenmek benim en doğal hakkım. Ben işkilleniyorum. Acaba birileri karşı karşıya kaldığımız bu süreçten başka bir anlam mı çıkarıyor?... Devlet içerisinde devlet olmaya müsaade etmeyiz, yeni bir yol açılmasına müsaade etmeyiz." Böylece bir yasaklamanın gerekçesi olarak "işkillenme" fiili de ilk defa hayatımıza girmiş oldu. İktidar bu yasakları 2860 Sayılı Yardım Toplama Kanunu’na dayanarak savundu ancak iktidar yalnızca yardım kampanyalarını değil, belediyelerin kendi bütçelerini kullanarak yaptıkları yardımları da, mesela halka bedava ekmek dağıtmalarını da yasakladı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal bu yasağı şu sözlerle savundu: "Anadolu’da "ayrı baş çekmek" deyimi vardır. Bunun devletteki karşılığı paralel yapıdır. Devlet bir yönetim ve organizasyon biçimi olarak yüksek koordinasyon içerisinde ve yasalar çerçevesinde çalışır. Tüm yasalar dayanağını anayasadan alır." Ancak bir süre sonra AKP’li belediyelerin yardım dağıtmaya devam ettikleri, yasağın sadece CHP’li belediyelere uygulandığı görüldü. Üstelik böyle bir yasak için bir kanuni dayanak da yoktu. Bazı CHP’li belediyeler bedava ekmek yasağını, ekmeği 5 kuruş karşılığında dağıtarak aşmaya çalıştılar. Son olarak üç CHP’li belediye çalışanı bedava ekmek dağıttıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar. Gözaltı işlemi için başka kanuni gerekçeler kullanılsa da fiiliyatta ekmek dağıttığı için birileri yetkililere hesap vermek zorunda kaldı.
İşte böyle. Tüm dünya gibi Türkiye’de de ölüm kalım mücadelesi verilirken, iktidar muhalif belediyelerin yardım toplamasını ve/veya dağıtmasını engellemek için kanuna dayanan ya da dayanmayan her türlü yasağı uygulamaya başladı. Benden başka kimse yardım toplayamaz, halka yardım edemez, dedi. İktidar mensuplarının yaptıkları tüm açıklamalardaki ortak noktalar ise devlet içinde devlet olmayacağı ve belediyelerin yardım toplamalarının ve dağıtmalarının bir paralel yapı oluşturduğu yönündeydi. Yani belediyelerin yardım toplaması ya da dağıtması bir terör örgütü faaliyeti olarak görülüyordu, daha doğrusu öyle görülmesi isteniyordu. Öyle bir şey olmadığını iktidar da çok iyi biliyordu ancak böyle bir algı yaratmaya çalışıyordu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu bu iddialara haklı olarak isyan etti, "Dünyanın hiçbir ülkesinde millete ekmek ve gıda kolisi dağıtan belediye başkanlarına 'terör örgütü lideri' muamelesi yapılmaz." dedi.
Haklıydı İmamoğlu ancak muhtemelen İmamoğlu’nun da pek çok insanın da gözden kaçırdığı husus iktidarın bazı belediyeleri ve belediye başkanlarını kriminalize etmesinin yeni bir şey olmadığıydı. Yıllar önce Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı olan Osman Baydemir Meclis’e gönderdiği yılbaşı tebrik kartında Türkçe ile İngilizceye ek olarak Kürtçe kutlama mesajı olduğu için yargılandı. Abdullah Demirbaş çok dilli belediyecilik kararı veren Sur Belediyesi’nin başkanı olduğu için görevden alındı, yargılandı. 2016 yılından itibaren onlarca DBP’li ve HDP’li belediyeye kayyum atandı. Onlarca belediye başkanı tutuklandı. Hemen hepsi silahlı terör örgütüne üye olmakla suçlandılar. Haklarında tek bir makul şüphe ya da kanıt olmamasına, belediyeler hakkında yürütülen idari soruşturmalarda herhangi bir suç unsuruna rastlanmamasına rağmen. İşkillenmekten oluyordu işte bunlar da. AKP’nin iktidar olduğu dönemde. Dolayısıyla bugün CHP’li belediyelerin yaşadıkları sorunları tahlil etmek, iktidarın muhalif belediyelerle derdini anlamak için biraz geçmişe ve geniş bir coğrafyaya da bakmak gerekli.
İktidarın HDP’li belediyelerle uğraşmasının bir takım özel nedenlerini bir yana bırakalım bu yazıda. İktidarın muhalif belediyelerle genel olarak neden bu kadar uğraştığı ortada. Hem muhalefetin iyi belediyecilik pratiğinin halkta tevazu görmesinden, böylece muhalif partilerin belediyeler üzerinden büyüyerek iktidara yürümesinden ya da iktidara ortak olmasından korkuyor hem de belediyelerin yürüttüğü çalışmaları ve yetkilerini sınırlayarak, kayyımlar atayarak yerel düzeyde dahi yetkiyi kimseyle paylaşmıyor, tüm yetkiyi tek elde topluyor.
Evet, mevcut iktidar kantarın topuzunu iyice kaçırdı ancak hatırlamak gerekir ki bu ülkede yerel yönetimlerin yetkileri hep sınırlıydı. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne eğitim, sağlık, sosyal politikalar, yerel kalkınma, ekonomi gibi birçok alanda yetkinin tamamı merkezi otoritelerde oldu. Bu yetki yerel düzeyde de valilikler ve kaymakamlıklar, yani atanmışlar eliyle kullanıldı. Seçilmiş yerel yöneticilere hiçbir zaman yeterince güvenilmedi, yeterince yetki verilmedi. Devlet, 1993 yılından beri taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na koyduğu ve sözleşmeyi neredeyse işlevsiz bırakan çekincelerini kaldırmadı. Geçen yıllar içince farklı partiler iktidara geldi ancak yerel yönetimlerin yetkilerinin artmasına ve özerkleşmelerine engel olan politikalar değişmedi. Yerel yönetimlerle yalnızca mevcut iktidarın değil, aynı zamanda bu devletin de derdi olduğunu görmek gerekiyor.
Yine hatırlatmak gerekir ki, federal ya da otonom yönetimlerin olduğu devletler bir yana, kendini demokratik olarak tanımlayan hiçbir ‘ulus’ devlette dahi yerel yönetimler bu kadar zayıf değil. Birçok devlette vali ile belediye başkanı ayrımı yok. Her iki yetkiyi kullanacak kişi halk tarafından seçiliyor. Eğitimden sağlığa yerel kalkınmadan sosyal politikalara kadar pek çok alanda yetki yerel yönetimlerde. Yöneticiler yasalardan kaynaklı haklarını herhangi bir müdahale görmeden kullanıyorlar. Yani İmamoğlu haklı, başka ülkelerde hiçbir belediye bizde olduğu gibi yardım dağıttı diye örgüt üyeliği ile suçlanmıyor. Ben de bir eklemede bulanayım, hiçbir uygar ülkede belediye başkanları HDP’li başkanlar gibi hayali delillerle suçlanmıyor, hapsedilmiyor, görevden alınmıyor. Türkiye’de ahval çok ama çok kötü.
Hal böyleyken, korona ile mücadele ettiğimiz şu günlerde belediyelere yapılan müdahaleler sebebiyle belediyelerin yetkilerini tartışıyorken, yerel yönetimler sorununun daha uzun bir geçmişi olduğunu ve bu konuda bir reform yapılmasının elzem olduğunu göz önünde bulundurarak bu mevzuyu tartışalım diyorum. Korona ile mücadele bir gün bitecek. Hatta bir gün iktidarın seçimle el değiştirdiğini de göreceğiz. Parlamenter sisteme de geri döneceğiz belki ama yerel yönetimlerin yetkisi bu kadar sınırlı kalsın istiyor musunuz? Bu kadar geniş bir coğrafyaya ve 82 milyonluk nüfusa sahip bir ülkede, tarımı, hayvancılığı, endüstrisi, nüfusu, eğitim meseleleri, sağlık sorunları, gelişmişlik düzeyi, coğrafi özellikleri, demografisi vs. birbirinden bu kadar farklı illere sahip bir ülkede hayatımızın her alanına ilişkin kararlar Ankara’da, yereldeki farklılıklardan ve yerel düzeyde neler yaşandığından habersiz olan birileri tarafından alınsın istiyor musunuz? Kararlar alınırken şimdi olduğu gibi size hiç danışılmasın, ne istediğiniz hiç sorulmasın mı? Nehrinize baraj yapılmasına, ormanınızın, sahilinizin imara açılmasına, şehir merkezindeki parkınızın yerine bir bina dikilmesine, turizmi canlandırmak için ne tip yatırımlar yapılacağına falan size danışmadan birileri karar versin mi istiyorsunuz? Yerelde ürettiklerinizin yerel kalkınma ve istihdamın artması için nasıl kullanılacağına, neyin nerede nasıl bir sanayiye dönüşeceğine Ankara’dakiler mi karar versin istiyorsunuz? Kendi seçtiğiniz insanlar sadece çöplerinizi toplasın, şehir içinde peyzaj çalışmalarını, yolları, kaldırımları filan yapsın istiyor musunuz? Antidemokratik bir iktidar yönetime geldiğinde seçtiğiniz kişilerin görevden alınması ya da sahip oldukları yetkileri bile kullanamamaları mümkün hale getirilebilsin mi istiyorsunuz?
Eğer bunlara cevabınız ‘hayır’ ise hangi partiden olursanız olun, hangi şehirde ya da köyde yaşarsanız yaşayın nasıl bir şekilde yönetilmek, hayatımızı ilgilendiren kararların alınması sürecine nasıl katılmak istediğimizi oturup konuşalım derim. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne hep canlı olan bölünme paranoyasından uzaklaşarak, karar alma sürecine katıldığımız ölçüde demokratik bir yönetim sistemine sahip olacağımıza ve haklarımızın bu şekilde daha iyi bir şekilde güvenceye alınacağına inanarak.
Bu elbette ki biz kendi halindeki vatandaşların halledebileceği bir mesele değil. Bu konudaki en büyük sorumluluk CHP başta olmak üzere muhalefet partilerinde. Yeni bir genel seçim sürecine girildiğinde birtakım politikalar geliştirip seçmenler ile paylaşacaklar. Hatta belki bazı konularda mutabakat sağlayıp ortak politika önerisinde bulunacaklar. Parlamenter sisteme geçiş, erklerin ayrılığı gibi. Bence bu konulara yerel yönetimlere yönelik bir reform planı da eklenmeli. En azından Özerklik Şartı’na konan çekincelerin kaldırılmasında ve Özerklik Şartı’nın gerektirdiği adımların atılmasında anlaşma sağlanmalı. İktidara gelmeleri halinde atacakları bu adımların paralel yapılanmayla, devlet içinde devlet olmayla, örgüt üyeliğiyle filan bir alakası olmadığı insanlara anlatılmalı. Özerk yerel yönetimlerin bir hak olduğu ve insanların yararına olduğu pratik hayattan örnekler verilerek anlatılmalı.
Belki bu musibetten de böyle bir hayır çıkar. İmkânsız mı? Bence değil. Bunun için ne kadar uğraşacağımıza bağlı. Siyasi partileri bir yana bıraktım, sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, bu konularda mürekkep yalayanlar, elleri kalem tutanlar bu konuyu düşünmeli, tartışmalı, tartıştırmalı. Bu kadarının bile önemli bir başlangıç olacağına inanıyorum ben.