Doğan Özgüden
Stalin, Nazım Hikmet ve Destalinizasyon…
Geçtiğimiz 5 Mart, hem dünya solunun, hem de Türkiye solunun onyıllar süren uzun bir dönemine damgasını vurmuş olan Jozef Stalin'in 65. ölüm yıldönümüydü. Geçen yıllardan farklı olarak bu kez yıldönümünde Nazım Hikmet'in Stalin üzerine farklı zamanlarda yazmış olduğu, kimisinde onu yücelttiği, kimisinde ise eleştirdiği şiirleriyle ilgili polemikler öne çıktı.
Komünist inancı nedeniyle yaşamının büyük bölümü sürgünlerde ve zındanlarda geçen büyük ozanın şiirlerinin çoğu sadece Türkiye'de değil, Sovyetler Birliği, Bulgaristan ve Fransa başta olmak üzere çeşitli ülkelerde yayınlandı.
Ancak Türkiye'de şimdiye dek yayınlanmış olan yapıtlarından bir bölümünün siyasal iktidarlar, hatta ünlü 142. Madde tehdidi altında yayınevleri tarafından sansürlendiği de bir gerçek.
Günümüzde 142. Madde yürürlükte olmadığı halde Nazım'ın "Yaşamak güzel şey be kardeşim" adlı kitabının Yapı Kredi Yayınları tarafından içindeki "komünistim" kelimesi sansürlenerek yayınlanmış olması haklı olarak şiddetle eleştiriliyor.
15 yıl kadar önceydi… Müziğini Fazıl Say'ın bestelediği ve sözlerini Genco Erkal'ın okuduğu Nazım Oratoryosu'nda ünlü ozanımızın "Akşam Gezintisi" şiirindeki Ermeni bakkal Karabet'le ilgili bölümün sansürlenmiş olmasını İnfo-Türk bültenlerinde eleştirerek özür dilenmesini istemiştik...
Evet, Nazım Hikmet'in Stalin'i ölümünden sonra öven ve yıllar sonra da yeren şiirler yazmış olduğu da bir gerçek…
Şurası da bir başka gerçek ki Stalin, ölümünden üç yıl sonra 1956'da Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin 20. Kongresi'nde Kruşçef tarafından "destalinizasyon" kampanyasının başlatılmasına kadar Moskova disiplinine bağlı tüm dünya komünist ve işçi partileri için, Nazım'ın üyesi olduğu TKP de dahil, bir tabuydu.
İktidarını pekiştirmek için uyguladığı tasfiyelere ve baskı yöntemlerine rağmen 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nda Hitler Almanyası'nın yenilgiye uğratılmasında Kızıl Ordu'nun inkar edilmez başarılarından dolayı bu tabu hiçbir şekilde tartışılamadı.
20. Kongre'den sonra ise, tek tük istisnalar dışında, Moskova disiplinine bağlı partilerin ve onların çizgisindeki aydın ve sanatçıların çoğu Stalin'i yerden yere vurdular.
Nazım Hikmet'in Stalin'i konu alan ya da ima eden çelişkili şiirlerinin hangi siyasal bağlamda neden yazıldığı da herhalde hayli tartışılacak.
Türkiye'de komünist örgütlenmenin ve yayınların onyıllarca yasaklanmış olmasına rağmen Stalin adı çocukluğumuzdan itibaren bizim kuşağın belleğine kazınmıştır. İşte benim "Vatansız" Gazeteci* adlı anı kitabımdan Stalin ve destalinizasyonla ile ilgili bazı anekdotlar…
* * *
1942, Anadolu bozkırında savaş yılları…
Savaş sohbetlerinde Stalingrad adının sık sık tekrarlandığı 1942 yazı... Yine denkler yapılmış, göçebe demiryolculara özgü üç beş eşyayla birlikte karavagona yerleşip Musaköy’den Artova’nın Kunduz İstasyonu’na gelmişiz. "Stalingrad" dedim. Ama okul öncesi ilk siyasal bilgilenmemde adları Atatürk, İnönü ya da Mareşal Fevzi Çakmak kadar sık geçen iki kişi daha var: Hitler ve Stalin.
Çocuk kafamızda, sık sık duyduğumuz Hitler’in adını İtler olarak algılamışız. İtler nasıl bir şeydir, köpeğe mi benzer? Babama gelen ya da trenle yarışarak topladığımız gazetelerde zaman zaman resmini gördüğümüz adam bizim istasyona sık sık uğrayan çoban köpeklerine hiç de benzemiyor. Ama bizim insanlarımıza da benzemediğinden bizim için yine de İtler.
Stalin’e gelince, onun bizim insanlardan pek de farkı yok. Kunduz İstasyonu’na pancar boşaltmaya gelen köylüler arasında hep posbıyıklı, zaman zaman da kaba sakalı beline kadar inenler var. Babam, "Bunlar kızılbaştır, dürüst, sözünün eri insanlardır" diyor.
Pos bıyıklı Stalin’le bu pos bıyıklı köylüler arasındaki fizik benzerliğin ötesinde bir başka çağrışım da var. Stalin’den ya da Sovyetler’den bahsederken gazetelerde "kızıllar" kelimesi de geçiyor.
Çocuk aklımızca bu kızıl Stalin’le bizim kızılbaş köylülerimiz arasında mutlaka bir başka yakınlık da olmalı.
1953, İzmir'de Sabah Postası Gazetesi redaksiyonu…
Gazeteciliğimin ilk yılı… Mart 1953 başlarında her zamanki gibi akşam üzeri yabancı radyoları dinleyerek haber çıkartmaya çalışıyordum ki birdenbire inanılması zor bir flaş haber verilmeye başlandı: Ölümsüz sanılan SSCB lideri Jozef Stalin ölmüştü.
ABD bağımlılığı yüzünden gittikçe yoğunlaşan anti-komünist ve anti-sovyet propaganda öylesine bir kamuoyu oluşturmuştu ki, sanki Stalin yok olursa dünyadaki tüm olumsuzluklar birdenbire son bulacak, halklar özgürlüğüne kavuşacak, en önemlisi de Türkiye "vatanın bölünmez bütünlüğüne kasteden komünizm" tehlikesinden kurtulacaktı.
Yayın yönetmeni Gökçe’ye haberi ilettiğimde, gazetenin ikinci sürekli yazarı Sait Odyakmaz’la bir yandan demleniyor, bir yandan da ertesi günkü yazılarının içeriğini tartışıyorlardı.
Her ikisi de haberi, tahminlerimin aksine, temkinli karşıladılar.
"Sen diğer radyoları da izlemeye çalış" dediler ve eklediler: "Gerçekten ölmüş olsa bile, gelen gideni aratabilir... Bakalım yerine kimler gelecek?"
Türkçe haber kaynakları zaten sınırlıydı. Amerika’nın Sesi ve BBC Türkçe yayınları haberi büyük bir coşkuyla ve iddialı yorumlarla veriyordu. Moskova ve diğer sosyalist ülke radyolarının Türkçe servisleri ise resmi bildirileri yayınlamakla yetiniyordu.
Anımsayabildiğim kadarıyla sık sık tekrarlanan tek bildiride Lenin’in halefi, Komünist Partisi’nin ve Sovyet halkının lideri ve öğretmeni Stalin’in ciddi bir hastalık sonucu öldüğü vurgulanıyordu.
Birkaç gün sonra da Malenkof ve Bulganin’in isimleri Sovyetler Birliği’nin yeni liderleri olarak açıklanacaktı.
Şubat 1956, Destalinizasyon zelzelesi
Bu arada 1951 TKP davasından mahkum olan eski komünistler birer birer cezalarını tamamlayıp işlerine, evlerine dönmeye başlamışlardı. Bizim gazetede çalışan o davanın beraat etmiş sanıklarından Mehmet Ressamoğlu beni onlarla tanıştırıyordu. Onlar da uzun hapis ya da tecrit yıllarından sonra bu 20 yaşındaki genç gazeteci-sendikacının kendileriyle ilişki ve dostluk kurmasından çok memnundular.
Buluşmalarımızda TKP olayı falan pek konuşulmaz, daha çok günlük siyasal, sosyal, kültürel olaylar, dünyadaki gelişmeler tartışılırdı.
Stalin öleli üç yıl geçmişti. Bir gün radyolardan stenoyla dış haberleri kaydederken, BBC ve Amerika’nın Sesi radyoları inanılmaz bir flash vermeye başladı. Sovyetler Birliği’nin 20. Kongresi’nde Genel Sekreter Kruşçof Stalin dönemi cinayetlerini resmen açıklayan bir rapor okuyarak "destalinizasyon" dönemini başlatmıştı.
Haberi Ressamoğlu’na ileterek, "Ne diyorsun?" diye sordum.
Herhangi bir yorum yapmaktan kaçındı. "Batı propagandası olabilir, diğer kaynakları beklemek lazım," dedi.
Haberin Sovyet kaynaklarınca doğrulanmış biçiminin bize ulaşması hayli vakit aldı. Doğrulandığı zaman da eski komünistler arasında müthiş bir şok yaşandı. Arada bir buluştuğumuz kitabevlerinde, kahvehanelerde, içkili lokantalarda sadece bu konu tartışılıyor, kimisi "ihanet"ten bahsederken, kimileri de bu konuda geç bile kalındığını söylüyordu.
Bu arada, daha birkaç ay önce "destalinizasyon" hareketini başlatararak komünist ülkelerde ve dünya komünist partilerinde özgürlükçü bir uyanışın başlamasına olanak veren Kruşçof, Macaristan’da halk ayaklanmasını Sovyet tanklarıyla ezerek yeni bir şok yaratacaktı.
Macaristan ayaklanmasının ezilmesi "destalinizasyon"a anlayışla bakan komünistlerde tepkiyle, karşı olanlarda ise memnunlukla karşılandı.
1962, İlk sürgünün Londra durağında…
Türkiye’den ayrılırken çok sevdiğimiz ve saygı duyduğumuz eski komünist dostlarımızdan Dr. Alparslan Berktay, "Eğer Türkiye’ye dönecek olursan, bana çoktandır aradığım bir kitabı getirebilir misin? Lysenko’nun jenetik üzerine kitabını," demişti.
Söz vermiştim.
Central Books’ta kitapları karıştırırken, verdiğim söz aklıma geldi, görevliye Lysenko’nun kitabını sordum.
Yan tarafımda kitap seçerken istemimi duyan birisi büyük bir hışımla bana dönerek, "İsteyecek kitap mı bulamadın? Lysenko şarlatanın tekidir," diye tersledi.
Destalinizasyonun tüm komünist harekette hızla etkin olmaya başladığı yıllardı. Lysenko’nun jenetikle ilgili tüm bilimsel bulguları reddedip kendi teorilerini dayatarak Sovyet tarımını bir felakete sürüklediğini, bu arada kendisi gibi düşünmeyen birçok değerli bilim adamının tasfiyesinde büyük rol oynadığını bilmiyordum.
Yine de söz vermiş olduğum için, artık tezgahlarda görünmeyen Lysenko’nun kitabını sipariş ettim. Kitabevi görevlisi, siparişi kaydederken benim Türkiye’den gelmiş olduğumu öğrenince, " Şimdi anlıyorum," dedi. "Komünist hareketteki yeni gelişmeleri sizin Türkiye’de izlemeniz tabii ki mümkün değil. Sovyetler Birliği’nde 20. Kongre’den sonra öylesine değişiklikler oluyor ki, Lysenko gibilerin pabucu artık dama atılıyor."
Sonra bana Sovyetler Birliği’nden gelen çeşitli İngilizce yayınları göstererek ekledi: "Okuyacaksan bunları oku, memleketine yeni fikirlerle dönersin."
1976, Moskova'da Nazım'ın evinde ve anıtmezarında…
Moskova’da olduğumuzu Sovyet Yazarlar Birliği Türkiye masası sorumlusu Vera Feonova’dan öğrenmiş olan Nazım Hikmet’in en yakın dostu Ekber Babayef üçüncü günün sabahı bizi kaldığımız Rossia Oteli’nde buldu.
"Ant’ı çıkaranları Moskova’da ağırlamak bizim için büyük onurdur. Sovyetler Birliği’ne gelinir de Moskova’da sadece birkaç gün mü kalınır? En azından sizi Nazım’ın evine götürmeliyim. Eşi Vera Hikmet’le de tanışırsınız, çok mutlu olur. Ardından da mezarını ziyaret ederiz," dedi.
Babayef’le birlikte Nazım Hikmet’in evini ziyaret duygulandırıcıydı. Vera Hikmet evi gerçekten bir müzeye dönüştürmüştü. Tüm raflar, dolaplar, duvarlar, masalar Nazım’dan kalan resimler, yazılar ve hatıra eşyasıyla doluydu.
Binanın üçüncü katına asansörle çıkarken olduğu gibi inerken de, Nazım’ın ölümünü hissetmişçesine yazdığı dizeler beynimde dönüp duruyordu:
Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
Merdivenler daracık...
Nazım’ın Novodeviç Mezarlığı’nda yattığı yerin ve anısına dikilen anıtçığın fotoğrafı Türk medyasında o kadar çok yayınlanmıştı ki, kendimizi adeta çok aşina bir yerde bulmuş gibi olduk. Nazım'ın mezarını ararken attığımız her adımda bir başka Sovyet büyüğünün, yazarının, sanatçısının anıt-mezarına rastlıyorduk.
Nazım’ın anıt-mezarı son derece bakımlıydı. Beraberimizde götürdüğümüz çiçekleri anıtın dibine bırakıp saygı duruşunda bulunurken, hep çeyrek yüzyıl öncesine gidiyor, Nazım’ın Türkiye’den ayrıldıktan sonra arkasından ne küfürler edildiğini, adının nasıl vatan hainine çıkartıldığını, nasıl vatandaşlıktan atıldığını düşünüyordum. Hele de, Nazım hayranı babamın dahi bu cadı kazanı ortamında onun kitaplarını görünür yerlerden çekerek zulaya aldığını...
Ekber Babayef "Çok duygulandırıcı değil mi?" diye sordu mezardan ayrılırken.
"Babayef, bu sadece bir mezar ziyareti değil" dedim, "vatandaşı olduğum devletle, hattâ mensubu olduğum milletle, medyayla bir hesaplaşma…"
Sonra ekledim: "Nazım Türkiye’de bir söğüt ağacının dibine gömülmeyi vasiyet etmişti. O burada şimdi daha mutlu olmalı. Entrernasyonalist bir şair olarak şimdi o tüm insanlığın ortak değeri. Bana kalırsa, Türkiye bir gün özgür olsa da, Nazım burada kalmalı…"
1976, Gürcistan'da Stalin sürprizi…
Daha Tiflis’e girer girmez şaşırtıcı görüntüler… Taş yapıların egemen olduğu kentteki resmi binaların çoğunun cephesinde, hamasi devrimci fresklerde Lenin’le birlikte Stalin’in de posbıyıklı görüntüsü. Oysa Sovyetler Birliği’nde "destalinizasyon"un başlatılmasının üzerinden nerdeyse yirmi yıl geçmiş.
İnci'yle birlikte "Biz Stalin’in doğduğu köyü, Gori’yi de görmek istiyoruz" diyoruz.
Mihmandarımız şaşırıyor. "Niçin?"
"Kente girdik gireli her yerde Stalin" diyoruz, "Gürcü halkının en çok Stalin zulmünden çektiği söylenir ama, resmi devlet politikasına rağmen burada her yerde Stalin’in imajını görmek şaşırtıcı."
İlk anda isteğimizi yerine getirmenin mümkün olmadığını bildiriyor. Israr edince, şeflerine soracağını söylüyor. Tam otele yerleşirken, müjdeyi veriyor: "Tamam, yarın sabah programlı ziyaretlerden sonra Gori’ye gidiyoruz. Normal olarak Gori resmi ziyaret programlarına alınmaz ama, sizin için bir istisna yapıyorlar. Gori’den sonra akşam da şarap zavot’una..."
Ertesi sabah Gürcü mihmandarımızla birlikte Gori’deyiz. Kasabanın büyük meydanında devasa bir Stalin heykeli. Kaidesinin üzerine birer demet karanfil ve de gül serpiştirilmiş. Belli ki hayli seveni var.
Bir beton yapıya ulaşıyoruz. Dört duvarla bir eski köy evi korumaya alınmış. Bu evin, Stalin’in doğduğu ev olduğu söyleniyor. Hemen yanında büyük bir Stalin Müzesi.
Müzeyi geziyoruz. Devrime hazırlanırken Stalin’in nasıl kuyu içinde bir oyukta gizlendiği, mücadeleye oradan nasıl katkıda bulunduğuna dair efsaneleri okuyoruz.
Ardından 2. Dünya Savaşı sonrası, ta destalinizasyon dönemine kadar dünyanın dört bir tarafından Stalin’e gönderilen hayranlık ya da şükran armağanları. En ilginci de, Fransız Komünist Partisi’nin "petit père du peuple" (halkın babacığı) diye nitelediği Stalin’e övgü ve bağlılık mesajları... *
* * *
Evet, Stalin'in baskı yöntemleri, özellikle de tasfiye operasyonları, çeşitli ülkelerin komünist ve işçi partilerinin merkez yönetimleri tarafından da kendi iç muhaliflerine karşı her daim en sert şekilde uygulandı.
Bunların en işgüzar olanlarından biri de hiç kuşkusuz bir zamanlar Stalin'I "halkın babacığı" diye göklere çıkartmış olan Fransız Komünist Partisi…
Unutulmasın, Nazım'ın kendisi de 1935 yılında Türkiye Komünist Partisi'nin tasfiye operasyonlarından birinin kurbanı oldu.
Türkiye'de özellikle 60'lı ve 70'li yıllara damgasını vuran illegal ya da legal sol partilerde de bu türden tasfiye operasyonları hiç eksik olmadı.
Bu tasfiyeler ya da tasfiye tehditleri en özverili parti üyelerinin ve sosyalizm davasına yürekten bağlı aydınların tutumlarını da zaman zaman olumsuz şekilde etkileyebildi.
Nazım'ın üç yıl arayla Stalin üzerine farklı şiirler yazmış olmasına ilişkin değerlendirmeler kuşkusuz ki daha sürecektir.
Tıpkı Ermeni ve Kürt soykırımları konusunda büyük ölçüde suskun kalmış olmasına ilişkin tartışmalar gibi…
Bu konularda açıklık sağlamak görevi hiç kuşkusuz büyük ozanımız üzerine geniş bir belge birikimine sahip bulunan Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı'na ve de Türkiye sol hareketinin geçmişi üzerinde özveriyle çalışan dürüst araştırmacılarımıza düşüyor…
*Doğan Özgüden, "Vatansız" Gazeteci, Cilt I-II, Belge Yayınları, 2010-2011 İstanbul
[Fotoğraflar: Özgüden 1976 yılında Sovyetler Birliği ziyareti sırasında Moskova'daki Nazım Hikmet anıt mezarı önünde ve Gori'deki Stalin Müzesi'nde]