Erol Köroğlu
Türk ailesinin tarihsel atası olarak batı tarzı familya
Ben Türkoloji, yani Türkçe filoloji alanında çalışan bir akademisyenim. Alanın çeşitli anabilim dalları var. Bizimkisi yeni edebiyat olarak bilinir. Osmanlı’nın yüzünü Batı’ya çevirmesinin bir işareti olan 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nın ardından gelişen, 1850’lerde öncelikle Fransızcadan çeviriler ve süreli yayınlar üzerinden yaygınlaşıp, 1870’lerde Arap harfli Türkçe telif eserlerin verilmeye başlandığı bir alandır.
Ben yeni edebiyat içerisinde özellikle tarih-edebiyat etkileşimini, roman tarihi ve kimlik meseleleri üzerinden çalışıyorum. Ele aldığım metinlerin üretim koşullarına tarihsel yöntemle yaklaştığım gibi, bu metinlerdeki anlatı tekniğinin belirleyici özelliklerine de önem veriyorum. Bu doğrultuda çalıştığım en önemli alt alanlardan biri "Tanzimat romanı" olarak da bilinen erken dönem romanları. Bu konuyu "Türkçede romanın ortaya çıkışı" olarak adlandırmayı tercih ediyorum.
Roman edebi türler arasında en son ortaya çıkmış olandır. Rönesans sırasında Fransa’da Rabelais’nin Gargantua ve Pantagruel’i ya da İspanya’da Cervantes’in muhteşem Don Kişot’u gibi erken müjdecileri varsa da ilk romanlar 18. yüzyıl Fransa ve İngiltere’sinde yazılmıştır. Bununla birlikte roman 19. yüzyılın ilk yarısında yaygınlaşır. 1830’larda gazeteler daha fazla okur kazanmak için, gazetenin en altındaki dörtte birlik bölümde tefrika romanlar yayımlamaya başlarlar. Tefrika roman gazete aboneliklerini patlatırken, gazete de romanın yaygınlaşmasına yardım edecektir. Sonuçta roman tüm dillerde yazılmaya çalışılan gözde bir edebi biçim haline gelecektir.
Ortada böyle gözle görünür bir tarihsel gelişim olduğu halde, romanın ortaya çıkışı meselesi doğrudan olgusal biçimde, şu tarihte şu roman yayımlandı kolaycılığıyla ele alınamaz. Romanın ortaya çıkışına dönük çeşitli kuramlar vardır. Bunların bugün en yaygını, romanın modernitenin ve bunun da içinde burjuvazinin gelişimiyle adeta bir güneş gibi doğduğunu savunuyor.
Benim Türkçede ilk romanlara bakarken kuramsal dayanağım biraz daha farklı. Rus Mihail Bahtin ile Fransız Michel Foucault’yu birlikte kullanan bir araştırmacının, İngilizcede romanın ortaya çıkışı üzerine Factual Fictions (Olgusal Kurmacalar) başlıklı bir kitap yazmış olan Lennard Davis’in "kırılmacı yaklaşım"ı bana daha açıklayıcı geliyor. Davis’e göre, romanın ortaya çıkışı edebiyat ve tarih alanlarındaki birbirine paralel düz bir ilerlemeyle açıklanamaz. Davis, "kurmaca anlatı hangi tarihsel anda romaneskleşti?" diye sorar. Bu soru eşliğinde romana özgü söylemin kuruluş anını görmeye çalışıyoruzdur.
İlk Türkçe romanları konuşurken, hep ilkelliklerinden ya da acemiliklerinden söz edildiğini görürüz. Taklit ettikleri Fransızca romanların yanına yaklaşamayan örnekler ortaya çıkar. Bu romanlardaki rastlantılarla, kişileştirmelerin gelişmemişliğiyle, ahlakçılıklarıyla alay eder, neden o dönemdeki başlıca Batı dillerindeki ilk roman şaheserlerinden bu kadar uzaklar diye üzülürüz.
Halbuki bu tür okumalarımızda metinlerin üretildiği tarihsel koşulları yeterince anlamaya çalışıp çalışmadığımız tartışmalıdır. Metinlerde söylenen kadar, söylenmeyene de odaklanmamız gerekir. Açıkça söylenmediği halde orada olan en önemli şey, metnin yazıldığı sıralarda iktidarın strateji ve taktiklerindeki değişimlerdir. Bu tür değişimler, edebi söylemde de değişime yol açacaktır. Davis, Foucault’dan alıntı yapar: "Sanat eseri ile iktidara yönelik ya da iktidardan kaynaklanan eylemin beraberliği… Bu ikisi, birbirlerini anlaşılır kılar."
İlk dönem Türkçe romanlar ele aldıkları aşk ve evlilik konuları üzerinden, bu meselenin iktidarı da ilgilendirdiğine işaret eden son derece ilginç örnekler sunarlar. Acemiliklerine değil de neyi dert ettiklerine dikkat ettiğimizde, çok çarpıcı şeylerle karşılaşırız. Romanın kurulduğu o ilk anlarda Batı tipi modern aile de baştan kurulmaktadır. Bugün Osmanlı-Türk modernleşmesiyle bağlantılı hâkim söylem bunu bir süreklilik olarak okumayı tercih ediyor. Özellikle aile söz konusu olunca, birtakım değişikliklerin olduğu kabul ediliyor ama neticede ailenin devam ettiğine inanılıyor.
Fakat devam eden şey bugün bildiğimiz anlamda aile kurumu değil, erkeklerle kadınların belirli yasal biçimlerde anlaşarak, yani İslami nikah üzerinden bir arada yaşamaya başlamasıdır. Daha önce yazdığım bir sosyal medya paylaşımını alıntılıyorum: "Ve bu anlamda modern aile ile modernite öncesi aile birbirinden pek çok yönde farklıdır. Mesela bizim kullandığımız Arapça kökenli ‘aile’ sözcüğü, orijinalinde bugünkü kullanıma denk gelmiyordu. Bugün bile var olan bir yan anlam var ya hani, ‘aile bahçesi’ ve ‘ailemle şurada rahatça konuşamayacak mıyız?’ kullanımlarında da görülen, o ‘erkeğin eşi’ anlamına geliyor. ‘Ailem, ıyalim’ ya da ‘yıkılası hanede evlad ü ıyal var.’ Yani evde çocuklar ve eşi olan kadın varmış. İslam hukuku olan şeriat, nikah vesilesiyle erkek ve kadınların bir araya gelişini düzenler mesela. Ve burası çok önemli, modern öncesi dönemde nikahta yaş önemli değildir. Yaşlı ve varlıklı erkek, genç veya yaşlı kadınlarla evlenir, kimse de bunu garip karşılamaz. Çünkü İslami ya da geleneksel ailenin temeli reprodüksiyon değil, kadının aidiyeti meselesidir."
Geçen haftaki yazının sonunda sorduğum Fatma Aliye sorusu bu noktada anlamlı hale geliyor. Fatma Aliye’nin 1899 tarihli Udî romanında, baş kahraman Bedia’nın babası Nazmi Bey için söylenen "bir aile müdiri, bir familya babası, bir hane erkeği" cümlesini alıntılamış ve şunu sormuştum: "Bu cümlede birbirinden virgülle ayrılan bu üç cümlecik aynı durumun değişik ifadeleri mi? Yoksa aralarında farklar var mı? Varsa bunu nasıl açıklarsınız?"
Biz bugün bu ifadeleri eşanlamlı olarak algılıyoruz. Oysa yeni ve Batılı aile anlayışının kurulmakta olduğu o dönemde romancı bunları farklılıklarını duyumsayarak kullanıyordu. Nazmi Bey karısının "müdiri," yani yöneticisidir. Aynı zamanda da, Batılıların önemsediği familyanın babası olarak, çocuklarının terbiyesiyle ilgilenir ve onları yetiştirmeye çalışır. Ağır bir içki sorunu olan müzisyen Nazmi kızı Bedia’ya iyi bir müzik eğitimi verecek ve bu sayede Bedia’nın kötü giden evliliğinden kurtulup müzik hocası olarak geçinmesinin yolunu hazırlayacaktır. Ayrıca sadece eşi ve çocuklarından değil, büyük oğlunun ailesi ve hizmetçileri de kapsayan hanenin "erkeği," yani hükmedenidir.
Batılı familya, artık bizim de aile dediğimiz şey olarak, özellikle reprodüksiyonu, çocuk doğurulması ve doğan çocukların ilkokul öncesindeki ilk terbiyelerinin verilmesini çok önemser. Modern devlet, sanayileşme ve kapitalist sistemin oluşması üzerinden nüfus artışına gözlerini dikmiştir. Tarihin hiçbir döneminde, 18. yüzyıldan önce devlet genç erkek ve kadınların yatak odasına girmesini bu kadar dert edinmemiştir. Tıbbın durumuyla da bağlantılı olarak, erkek ve kadınlar ne kadar erken evlenir ve çocuk doğururlarsa, anne ve çocuğun hayatta kalma şansı o kadar artacaktır. Daha önce soyla, sopla, sülaleyle ilişkili olan evlilik işlerinin ilk defa bu kadar çoğalmaya dönük ilgi gördüğünü görürüz.
Romanlardaki aşk söylemi, bu yeni aile tipinin yaygınlaştırılması için biçilmiş kaftan olacaktır. Romanın ilk kaynağı olan İngiltere ve Fransa’da da bu böyledir, Osmanlı gibi romanı ithal eden diğer toplumlarda da. İşte o zaman, 1851’de yayımlanan Vartan Paşa’nın Ermeni harfli Türkçe romanı Akabi Hikâyesi’nde de, 1872’de yayımlanan Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ında da mezhep ya da zenginlik gibi eski dünyaya ait belirleyicilerin, genç âşıkların bir araya gelmesini nasıl engellediğini görür, birbirine kavuşamayan gençler için gözyaşı dökerken, ister istemez genç evliliklerinin yılmaz savunucuları haline geliriz.
Müslüman Osmanlı toplumu gibi kadınla erkek arasındaki mahremiyet duvarının çok kalın çizildiği, sevgilinin kadın olarak resmedilmesinin bile zina propagandası olarak kabul edileceği bir toplumda biri 18 diğeri 14 yaşında bir erkekle bir kadını birbirine âşık etmek tehlikeli bir konudur. Kız parka bahçeye gidemez ki, flört olsun. Şemsettin Sami’nin Talat’ı bunun üzerine kız kılığına girer de Fitnat’ının odasına sızar. Şimdi spoiler vermeyeyim, romanı okuyun. Gerçi Şemsettin Sami romanın bitimine 30 sayfa kala romanın sonunu söyleyerek sadece ilk Türkçe romanı yazan kişi değil, benim gibi spoiler’cıların da ilk örneği olmuş olur. Tüm bunlar bir yana, romanda anlatıcı namahrem alana bir erkeğin girişini kötü göstermemek için bin takla atar.
Bu mahremiyet meselesi ilk romancılar için çok önemlidir. Örneğin Ahmet Mithat, Dürdane Hanım romanında olağanüstü derecede kuvvetli bir kadın olan Ulviye Hanım’ı Acem Ali Bey kılığına sokup sandalcı Sohbet ile bir otel odasında yatırır. Sohbet, bir biçimde işkillenip uyumakta olan Acem Ali’nin yorganını kaldırır ve Ahmet Mithat’ın roman boyunca aklında çıkmayacak olan memeleri görüverir. Ulviye Hanım on erkeği dövecek güce ve çok büyük bir servete sahip olduğu halde, romanın sonunda Sohbet’le nikahlanacaktır. Namahrem kuralının ihlali mutlaka tamir edilmelidir. Nikahsız bir erkek ile bir kadın aynı odada kalamaz.
İlginç bir biçimde hem diğer kültürlerde hem Osmanlı’da romanlar bu tür sınır ihlalleri gerçekleştirdikleri halde, devlet ya da iktidar bunların okunmasına izin veriyor ve hatta teşvik ediyordu. Çünkü bu aşk söylemi çoğalma odaklı yeni aile tipinin yaygınlaşması açısından gerekliydi. Hal böyle olunca, Ahmet Mithat’ın Dürdane Hanım romanına adını veren Dürdane Hanım’ın dehşetengiz zina ihlaliyle karşılaşıveririz. Genç bir kız olan Dürdane, babasının yalısının penceresinden flörtleşip odasına aldığı bir adamdan hamile kalır ve komşu Ulviye’nin yardımlarıyla çocuğu doğurur. Fakat adam Dürdane ile evlenmeyi reddeder. Romanın yayımlandığı 1882’de artık zina sadece hapis cezası gerektiren bir suçtur ve sonu ölüm değildir. Oysa Dürdane Hanım intihar eder. Onu hamile bırakan adam da yine bir çapkınlık vesilesiyle bıçaklanarak öldürülür. Geride kalan çocuğu Sohbet’le nikahlanan Ulviye evlat edinir. Adını da Ataullah koyar. Yani "Tanrıverdi." Kanuni yoldan gerçekleşmeyen ilişki affedilemez. Fakat çocuk bir veled-i zina olsa da kıymetlidir, korunacaktır.
Kısacası bu romanlar, devlete "üç çocuk, beş çocuk" yapma odaklı yeni "familya"nın kuruluşunu işaretleyen metinler haline gelir. Bugünkü aile tabii ki sadece bundan ibaret değildir fakat temel belirleyicilerinden biri çocuk yapmaktır ve bu özelliğin ilk vurgulandığı an 19. yüzyıl Osmanlı-Türk modernleşmesine endekslidir. Ailenin tarihiyle ilgili, önemli bir kırılma anıdır burası. İlk Türkçe romanlarda bunun pek çok anlatımıyla karşılaşırız.
Ne var ki, aynı romanlar ve özellikle de kadınlar tarafından yazılanları, hem bu yeni aile tipinin hem de önceki özelliklerin sorunlarını da görünür kılarlar. Müslüman Türk ailesi bir ideal olduğu gibi, aynı zamanda bir sorun alanıdır da. Bunları fark edersek, ailenin basit bir klişe olmadığını, bu şekilde dayatılamayacağını, bireylere zarar veren klişeye karşı eleştirel mücadelenin gerekliliğini daha iyi anlarız.
Haftaya aileyi bir put olarak değil, bir süreç olarak, eleştirel yaklaşılması gereken bir alan olarak söz konusu eden bazı erken dönem romanlarını tartışıyor olalım. Bu romanların bize, hem aileyle hem toplumla ilgili söyleyeceği değerli ve hâlâ yeni şeyler var.