Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Yeni Anayasa mı, ek mi, yoksa revizyon mu? - Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921)

Tekçi otoriter Türkiye rejimleri tarafından unutulmaya terk edilmiş olan ve son zamanlarda halkçı, çoğulcu ve ademimerkeziyetçi özellikleriyle muhalifler tarafından mitleştirilen 1921 Anayasasının günümüzde daha iyi anlaşılmasına ihtiyaç olduğu açıktır.

Tarihte iki dönemin örtüştüğü zamanlar vardır… Geçiş dönemi dediğimiz hem eski hem de yeni, iki farklı dönemin ruhunu barındıran zamanlar… Bir bedende iki insan gibi…

Bunun çok iyi örneklerinden biri Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Ankara merkezli gelişmeler, daha somut olarak Birinci Büyük Millet Meclisi (1920-1923) dönemidir.

İttihatçıların içinden çıkmış veya çeperinde yer alan Osmanlı paşalarının ve Anadolu’daki memur-sivil İttihatçı artığı elitlerin liderliğinde başlayan Anadolu'daki hareket 1919 yılının son günlerinde, Mustafa Kemal’in başkanı olduğu Heyet-i Temsiliye önderliğinde Ankara’ya yerleşmeye başladı. Böylece Osmanlı Müslüman elitlerinin kendileriyle beraber İstanbul'dan getirdikleri modern ‘Osmanlı ruhu’, birkaç yıl boyunca Ankara sokaklarında hakimiyetini sürdürdü.

Savaş galibi Büyük Güçlerin İstanbul’daki Meclisi dağıtması üzerine 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi (BMM) çatısı altında toplanmaya başlayan Meclis-i Mebusan mebuslarının 15 Nisan 1923 tarihine kadar, üç yıl boyunca temsil ettikleri şey, öncelikle hilafeti ve saltanatı ile Osmanlı idi.

Diğer yandan, bazılarına göre Saltanatın ve Hilafetin otoritesine meydan okuma anlayışıyla seçilmiş olan Meclisin adındaki ‘Büyük’ sıfatı ve zamanla yerleşecek olan ‘Türkiye’ kavramı Osmanlı’dan kopuşun ilk bariz işaretleri olarak görülebilir. Kapatılan Osmanlı meclisi mebuslarının doğal üyesi sayıldıkları Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), Anadolu’nun farklı vilayetlerinden apar topar seçilerek gönderilen yeni mebusların da peyderpey katılımıyla Ankara’da, esasen İttihat ve Terakki Cemiyeti kulüp binası olarak tasarlanan binada toplanmaya başladığı ilk günden itibaren, içinde Osmanlı-sonrasını da barındırıyordu…

1920-1923 yılları arasındaki birinci TBMM dönemi, Osmanlı-sonrasını temsil eden Türkiye ruhunun giderek ve büyüyerek Osmanlı ruhuna (tasfiye etmeden) galebe çaldığı bir sürece sahne oldu. İnşa edilmekte olan ‘Türkiye Devleti’, her gün daha fazla ‘Osmanlı Devleti’nin yerini alırken, devlet düzeyinde yaşanan bu tedrici kopuş aslında İttihat ve Terakki önderliğinde 1913 yılından itibaren başlatılan radikal adımların devamı olarak da görülebilir, ama bunu bilahare tartışmak gerekir.

Kısaca belirtmek gerekirse, paradigma düzeyinde 1879, 1820’ler veya 1839 gibi farklı başlangıç noktaları sayılabilecek modern-öncesi Osmanlı’dan kopuş (modernleşme) sürecinin son aşaması olan ve İttihat ve Terakki’nin iktidarı tamamen ele geçirmesiyle 1913 sonrasında ‘etnisite-üstü ulus devletten etnisite-merkezli ulus-devlete geçiş’ şeklinde gerçekleşen Osmanlı’nın radikal dönüşümü sürecinin parçası/devamı olarak görülebilecek I. TBMM dönemi, daha ziyade devlet düzeyinde kopuşu temsil etmiştir.

*****

Bu arada Anadolu’daki hareketi, I. TBMM’yi ve onun kabul ettiği 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu mümkün ve başarılı kılan dinamikleri/siyasi gelişmeleri ve dönemin gerçekliğini de göz önünde bulundurmak ve bunlara dair daha fazla çalışmanın yapılması gerekmektedir diye düşünüyorum.

Bu bağlamda 1918-23 yılları arasındaki dönemde, (1) Bolşevik Devriminin de etkisiyle Anadolu’da kurulmuş irili ufaklı kongreler aracılığıyla ortaya çıkan (genelde sol eğilimli) yerel arayışlar; (2) çeteler aracılığıyla vuku bulan boşluk doldurma çabaları; (3) Osmanlı kontrolünden kurtulma ihtimalinin yarattığı etnik ve dini serbesti umutları; (4) Ermeni soykırımı başta olmak üzere savaş döneminde işlenmiş İnsanlığa Karşı Suçlar nedeniyle Müslüman elitlerin hesap verme korkusu; (5) onların temsilcisi konumundaki Ankara hükümeti ile İstanbul hükümeti arasında yaşanan erk savaşı ve (6) belki de sürecin en belirleyicisi olan, Yunan ordularının yayılmacılığına karşı başlayan askeri direniş gibi önemli konular ile ilgili bugüne kadar bolca yazıldı/konuşuldu; daha çok yazılır/konuşulur ve elbette yazılmalı ve konuşulmalıdır da.

Konuşanların/yazanların çoğunluğunun ‘Bağımsızlık Savaşı’ söylemiyle merkeze oturttuğu ve çoğunlukla hamasi anlatılara konu edilen Büyük Güçler veya ‘emperyalizm’ gibi aktörleri yukarıda saydığım dinamikler arasına koymamamın nedeni, bu aktörlerin sahada mevcut olmamaları değil, bence daha çok üst izleyici konumunda olmalarıdır: Birinci Dünya Savaş sonrası kurulmakta olan yeni dünya düzeni için Bolşevik Devrimi'nin yayılması dışında hayati bir tehdit görmeyen Büyük Güçler açısından, Ankara’ya karşı güvenleri sürekli artarak izledikleri Anadolu’daki süreç (1920-22), yeni dünya düzenin inşası bağlamında asayişin berkemal olduğunun kanıtıydı.

Nitekim sürecin sonunda gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923) ve imzalanan Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923) asayişin kemaletini taçlandırdı!

whatsapp-gorsel-2024-07-27-saat-22-33-19-731afcac.jpg

Cerideyi Resmiye'de (7 Şubat 133 No 1) Teşkilatı Esasiye Kanunu

1921 ANAYASASI: 1876 ANAYASASININ ALTERNATİFİ Mİ, İLAVESİ Mİ YOKSA REVİZYONU MU?

Bu yazının asıl konusunu oluşturan 1921 Anayasası böyle bir konjonktürde, aynı anda hem Osmanlı’nın (alternatif) devamı niteliğinde olan hem de Osmanlı’dan kopuşu temsil eden TBMM tarafından 20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (bundan sonra ‘TEK’ olarak anılacaktır) adıyla, 85 sayılı kanun olarak kabul edilmişti.

Yüzüncü yılı vesilesiyle son zamanlarda hakkında çok sayıda eser yayınlansa da tekçi otoriter Türkiye rejimleri ve destekçileri tarafından on yıllarca unutulmaya terk edilmiş olan ve son zamanlarda halkçı, çoğulcu ve ademimerkeziyetçi özellikleriyle bazen muhalifler tarafından mitleştirilen 1921 Anayasasının günümüzde daha iyi anlaşılması için daha fazla çalışmaya ihtiyaç olduğu açıktır.

Ancak 2020’lerde halen 1921 Anayasasının gelecek için model olarak önerilmesi, (1) TEK’in bu özelliklerinden ziyade, konuyla ilgili bilgi yetersizliğinden; (2) mevcut anayasa tartışmalarının iç açıcı olmayan seviyesinden; (3) halkçı, çoğulcu ve ademimerkeziyetçi özelliklere günümüz Türkiye’sinde duyulan acil ihtiyaçtan ve/veya (4) bu özelliklere sahip çağdaş ve özgün anayasa anlayışının geliştirilemiyor olmasından kaynaklanmaktadır bence.

*****

Yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığım ‘geçiş dönemi ruhu’ içinde kabul edilen ve biri ek madde olmak üzere sadece 24 maddeden oluşan 1921 Anayasasının -içeriği bir yana- varlığı bile ‘yıkma’ ve ‘kurma’ diyalektiğini içinde barındırıyordu.

İlk günden itibaren kendisini, saltanatı ve hilafeti İstanbul’da esaret altında olan Osmanlı’nın kurtuluşu için görevli sayan TBMM için aslında 1876 Anayasasının, yani Kanun-ı Esasiye’nin (bundan sonra ‘KE’ olarak anılacaktır) yürürlükte olup olmadığı konusunda kafalar karışıktır. Nitekim hem bu gerçeklik hem de dönemin aktörlerinin (biraz da sarf edildiği zamana ve ortama göre değişen) sözleri ve dönem metinlerinde geçen ibareler, bugüne kadar konuyla ilgili çalışanlar için de kafa karıştırıcı olmuştur.

Oysa çok-katmanlı veya kesişimsel bir perspektifle yürütülecek olan ve çok-anlamlılıktan ve müphemlikten korkmayıp belli zamanlarda etkileri artsa da aslında bunların her zaman yaşamın parçası olduğunu kabul eden bir söylem, bu kafa karışıklığını gidermese de onunla yaşamayı, düşünmeyi ve daha sağlıklı tartışmayı mümkün kılabilir.

Birinci TBMM’de ve dönemin basınında sürekli ilginç tartışmalara konu olan 1876 Anayasasının (KE) yürürlükte olup olmadığı meselesi, dolayısıyla Meclisin işleyişinde veya Ankara hükümetinin idaresinde dikkate alınıp alınmayacağı konusu hakkında uzun bir dönem boyunca çelişkili ve hatta zıt tavırlar/çıkışlar söz konusu olmuştur.

Nitekim 13 Eylül 1920’de Meclise sunulan Halkçılık Beyannamesinin/Programının onay sürecinin TEK’in onay tartışmalarına evirildiği süreçte de TBMM’de Kasım 1920 ve Ocak 1921 tarihleri arasında yürütülen tartışmalarda da bunun örneğine rastlamak mümkündür. Özellikle seçim bölgesinden Ocak ayında gelerek tartışmalarda bir anda öne çıkan Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey'in Osmanlı’nın devamlılığı bağlamında 1876 Anayasasına (KE) uygunluk konusundaki ısrarı, konuyla ilgili tartışmaların başlangıcı olarak kabul edilebilir.

Nihayet 20 Ocak 1921’de kabul edilen anayasa metninde saltanat ve hilâfetten söz edilmemiş olması ve birinci maddesinde Osmanlı saltanatını adeta hiçe sayarak “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” denilmesi, haklı olarak Halife ve Osmanlı Sultanını ve ona dayanan KE’nin aşılması veya geride bırakılması olarak yorumlanmıştır.

Ancak aynı dönemde Kanun-ı Esasiye’nin halen yürürlükte olduğu yönünde yorumlara yol açacak çok sayıda örnek de mevcuttur.

Bunlardan belki de en ilginci, TEK’in kabul edildiği gün İkinci Başkan olarak Mecliste bulunan hukuk profesörü ve Ankara Hükümetinin Adalet Bakanı Celaleddin Arif Bey'in çıkışı olmuştur: Anayasanın kabulünden dört gün sonra söz konusu kararın KE’ye uygunsuzluğu karşısında bir şey yap(a)mamış olmasını gerekçe göstererek Adalet Bakanlığından istifa etmiştir! Kendisinden istenen açıklama üzerine kürsüde yaptığı konuşmada, TEK’in kabulünün 1876 Anayasasında revizyon (“Kanun-ı Esasi’nin birçok maddelerini ta’dil”) anlamına geldiğini ve bu nedenle söz konusu anayasanın 116. maddesindeki tadilat koşullarına uygunluğun şart olduğunu savunan Celaleddin Arif Bey, buna uyulmasını sağlama veya hatırlatma (“derhatır ettirmek”) konusundaki sorumluluğunu Adalet Bakanı ve Meclis İkinci Başkanı olarak yerine getirmemiş olduğu için istifa ettiğini açıklamıştır.

Bu dönemde aynı fikirde olanlar, söz konusu 116. maddedeki Ayan Meclisi ve Padişah onayı koşullarının mevcut konjonktürde yerine getirilemeyeceğini genelde kabul etmekle birlikte, üçte iki çoğunluk sağlanması koşulunun sağlanmasının mümkün ve mecburi olduğunu savunmuşlardır.

Diğer yandan, söz konusu olan üçte ikilik çoğunluğun, mebus tam sayısından mı yoksa katılanlardan mı yola çıkılarak hesaplanacağı da birinci TBMM’de sürekli tartışma konusu olmuştur. Aynı şekilde, üçte iki çoğunluğun katılım için mi yoksa onay için yeter koşul olması gerektiği de sıkça tartışma konusu olabilmiştir.

Olağanüstü koşullarda toplanan bir mecliste mebusların tam sayısı konusundaki belirsizlikler ve tartışmalar doğaldır. Ancak, karar için gerekli olan katılanların verdikleri oyların oranlarını hesaplama konusunda aynı zorluk/olanaksızlık geçerli olmadığı halde TBMM’nin daha ilk günlerinden itibaren üçte iki çoğunluk kuralına uyulmadan hayati kararlar alınabilmiştir.

Bazıları tarafından devrim/ihtilal meclisi olmasıyla veya daha yaygın ve yumuşak deyişle de facto kurucu meclis olmasıyla açıklanan bu durum, bu yazının konusu bağlamında 1876 Anayasasının yürürlükte olup olmadığı bağlamında önem taşımaktadır.

Sevres Antlaşması’nın (Bülent Tanör’ün deyişiyle “Kanun-ı Esasi’nin hükümeti olan İstanbul hükümeti” tarafından) imzalanmasına tepki olarak Hakkari mebusu Mazhar Müfit Bey'in “Kanun-ı Esasî’nin bu Mecliste zaten yeri yoktur. Kanun-ı Esasî hükümeti, bugün sulhu kabul eden İstanbul Hükümetidir, bu hükümet değildir. İhtilâl hükümetinin Kanun-ı Esasisi değildir. İhtilâl hükümetinin Kanun-ı Esasîsi yoktur” (abç) sözleri gibi TBMM’de bazen sarf edilen kimi keskin ifadeler bizi yanıltmamalıdır.

1876 Anayasasının yürürlükte olduğuna dair hem 23 Nisan 1920-20 Ocak 1921 tarihleri arasındaki dönemde hem de sonrasında mevcut olan çok sayıda kanıt ve dönemin önemli aktörlerinin bu konudaki söylemleri, 1921 Anayasasının - yeni bir anayasa olmaktan ziyade - geçen haftaki yazıda ele aldığım 1876 Anayasası revizyonlarından sonuncusu olarak görülebileceğini, daha doğrusu mevcut anayasaya ek/paralel bir metin olduğunu düşündürmektedir.

1921 Anayasasını, bir süredir Tarih Tersleri’ne konu olan anayasa revizyonları bağlamında gündeme getirmemin nedeni de müphemlik barındıran bu çok katmanlı özelliğidir: Bazıları tarafından geçiş dönemi anayasası olarak kabul edilen 1921 Anayasası, aslında hem 1876 Anayasanın devamı (revizyonu/ilavesi) hem de ondan kopuşu (alternatifini) ifade eder.

*****

1921 Anayasasının hazırlanma, mecliste müzakere/kabul edilme ve uygulama süreçlerini -karşılaştırmalı anayasalar tarihi bağlamında- ileride kapsamlı bir şekilde tartışmak üzere, gelecek yazıda 1921 Anayasasında gerçekleştirilen revizyonları ele alacağım.


Bülent Bilmez kimdir?

Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi