Derya Sönmez: 'Bastığımız zemini sarsmak istiyorum'
Derya Sönmez, 'Öteki Hayvanları' anlattı: Çatışma anlarında, kötülüğe giden yol muğlaklaştığında öykü kişilerimin nasıl bir tutum geliştireceğini görmek istedim. Onları yargılamadan, sevmeye de gereksinim duymadan sadece anlamak istedim, bütün karanlığı, aydınlığı ve o muazzam potansiyeliyle.
İlmini gördüğünüz ve meslek olarak edindiğiniz dal hangisiyse size bir düşünme disiplini de armağan ediyor… Öyle ki bu disiplin her türlü eyleminizde, bir ayağınızı frende bir gözünüzde ilerde tutan bir refleks de edindiriyor. Derya Sönmez’in öykülerini okurken aklıma geldi tüm bunlar; malumunuz yazarlık bir meslek olmaktan uzak, bir uğraş olmaya yakın bir dal. Derya Sönmez ise dokunaklı öyküler yazan bir biyokimya uzmanı. Yazarken de mesleki bilgisini kullanmış; mikroskobundan duyguların dokularına, hücrelerine bakmış, sadece insan olmanın değil bu dünyaya bir canlı olarak gelmenin günlüğünü tutmuş hatta insanı hayvan yanıyla hayvanları da kendi doğalarıyla anlamaya çalışmış. İlk öykü kitabı Sırça Kanatlar’dan sonra (Sel Yayıncılık) epey el yükseltmiş Sönmez, Öteki Hayvanlar (Sel Yayıncılık) kitabında… Her zaman olduğu gibi ona da öykülerin bana dokunan yerlerini işaret ederek üç soru sordum.
- Seslenmeyi seven, anlatmaya ayarlı bir dille tanıştım öykülerinde… Şehrin kalbinde değil de ücrada yaşayan bir yazarmışsın gibi… Ne dersin?
Şehrin kalbi üzerine düşündüğümde bu kavramın dışlayan bir yanı olduğunu hissediyorum. Sürekli fokurdayan bir kalabalık var, ama kimse orada uzun süre kalamıyor sanki. Yine de şehir dediğimiz bu kocaman aygıtı oluşturan her bir zerre daima merkeze doğru hareket ediyor, oraya varmaya, bir şekilde dünyanın da merkezi saydığı o yere (o kurgusal yere) dâhil olmaya çabalıyor. Bazen kısa bir an için bunu başarıyor da. Ta ki iyice hırpalanıp tekrar uzağa fırlatılana kadar. Sonra hikâye yeniden başlıyor. Bitmek bilmeyen nafile bir çaba. Kitaptaki öykülerden “Siste Dağılan Gemiler” ve “Yürek Ölçüsü” şehirde geçiyor ama onlar da şehrin dışladıklarına, ücraya attıklarına gözünü dikiyor. Biraz daha düşündüğümde bir şeyin kalbinde olmayı arzulayıp dışına atılmak insana dair çok temel bir oluş hâli gibi geliyor bana. Bunu farklı veçheleriyle düşünebiliriz. Bu örüntü hepimize tanıdık gelir. Hayatımızın bir döneminde mutlaka hissetmişizdir. Şehirde, kırsalda, küçük bir kasabada, aile ilişkilerinde, belki arkadaşlar, kardeşler arasında. Sadece doğduğumuz anda bunun dışındaydık belki. O zaman her şey bir bütündü, ben yoktum, benim dışımda bir şey de yoktu. O zaman arzu da yoktu korku da. Derin bir doyum hissi ve tatmin olma duygusu vardı. Kendimizi ayrı bir canlı olarak ayırt etmemizle birlikte bizim dışımızda kalanı “bir başkasını” keşfettik. Bu, bizi ötekinin yargılayıcı bakışının nesnesi yaptı. Bizi incinebilir, dolayısıyla incitebilir hâle getirdi. Merkezden dışarıya ilk atılışımızın aynı zamanda ötekiyle tanıştığımız zamana denk gelmesi ilginç geliyor bana.
Bir yandan da öykülerimin çoğu doğada geçiyor. Doğayı anlatmak istiyorum. Bunun nedeni denizi, ağaçları anlatmayı sevmem değil, o da var tabii ama yalnız bu değil. Esas olarak, öykü kişilerimin hayvanla, ağaçla, toprakla nasıl bir hiyerarşik ilişki içinde konumlanacağını görmek istiyorum. Bu, kim olduklarına dair çok şey söylüyor çünkü. Doğada geçen öyküler de şehrin kalbine uzak düşüyor maalesef.
- Kedi Adımları öyküsünü okurken İranlı yönetmen Farhadi sinemasından bir kesit izler gibi oldum; ilişki yumağına parmağını sokan ama ipin ucunu bulamayacağını bilen birinin kalbini açtığı bir öykü, diğerlerinde de hep bir dalgalanma ya da kırılma anlarının, tam olduğu sıradaki duygusuyla yazıldığı izlenimi veriyorsun… Öyküde zaman kullanımına özellikle dikkat eder misin?
Farhadi sevdiğim bir yönetmen. Memnun oldum. Öykünün zamanı önemli elbette. A kişisi bir şey söyler, B kişisi buna yanıt verir. Bu şimdiki zamanda gerçekleşen bir şeydir ya da gerçekten öyle midir? Bir etkinin nasıl bir tepki oluşturacağı o anda oluşan bir şey gibi görünse de elbette sadece bu değil. Zihnimizde inançlar, ön yargılar, geçmiş tecrübeler, hayal kırıklıkları, içine doğduğumuz toplumun yapısı ve politik ikliminden oluşan perdeler var gibi geliyor bana. Bu perdeler gerçekleşmekte olan şeyi apaçık görmemizi engelliyor. Hayatı o perdelerin ardından seyrediyoruz. İşte ben gözümü şimdiki zamana dikmiş gibi görünsem de aslında görüşümüzü bulandıran o perdeleri açık etmek isterim.
Öyküde kısa bir anı dondurup âdeta büyüteç etkisiyle genişleterek ayrıntıları görünür hâle getiriyorum. Anlattığım her neyse, orada olup biten şeye dikkatle bakmaya çalışıyorum. Bunu yaparken hikâyenin belli yerlerine ışık düşürerek, bazı taraflarını gölgede bırakarak çelişkileri görünür kılmak, bastığımız zemini sarsmak istiyorum. Zihin de geçmişi hatırlarken eksiltmeler yapar. Bazı ayrıntıları siler, bazılarını ön plana çıkarır. Yaşanan her neyse onu yeniden kurgular. Aynı ortamda bulunan kişilerin bir olayı yıllar sonra farklı hatırlamaları bilinen bir şeydir. Bilinçdışı bunu, yaşanan olayı katlanılabilir bir hatıraya dönüştürmek için yapar. Bense bunun tam tersi bir nedenle, anlattığım hikâyenin hakikatini apaçık görünür kılmak için yola çıkıyorum.
Hayvanların hayatını insanın karşısına geçip bakacağı bir ayna metaforu gibi kullandığını düşündüm, Öteki Hayvanlar öykünü okurken. Birbirinin davranış kalıplarını zamanla dönüştüren, birbirine baka baka birbirine benzeyen ayrı dünyaların canlıları aynı zamanda… Kitaba ve öyküye bu ismi koyarken kim bilir sen neler düşündün?
İnsan türü olarak kendimizi diğer canlıların üstünde konumluyoruz. Bu, kendi kendimize tanıdığımız bir imtiyaz. Onlara hükmediyor, kaderlerini belirliyoruz. “Öteki Hayvanlar” bir yanıyla bunu imliyor. Bir yandan da biyoloji bilimi insanın hayvanlar âleminin bir parçası olduğunu gösteriyor.
“Bir başkası” ne demektir anlamaya çalışıyorum, çünkü bu oldukça sınırda bir ifade. Ne zaman özdeşlik kurup onu kendimize yaklaştırırız, ne zaman uzaklaştırıp düşman bir ötekine dönüştürürüz? “Bir başkası” ile kurduğumuz ilişkinin tedirgin edici bir tarafı var. Tedirgin olduğumuz durumlarda biz de tehdit edici bir tutum geliştirebiliriz. Öykülerimin çoğunu bu gerilim hattında yazdım. Çatışma anlarında, kötülüğe giden yol muğlaklaştığında öykü kişilerimin nasıl bir tutum geliştireceğini görmek istedim. Onları yargılamadan, sevmeye de gereksinim duymadan sadece anlamak istedim, bütün karanlığı, aydınlığı ve o muazzam potansiyeliyle.
FİGEN ŞAKACI - 1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları'ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011'de (ilk baskısı Everest Yayınları'ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013'te yayımlandı. Üçleme- yi Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki "Pişti" hikayesinden uyarladığı "Topuklu Terlik Süt Yapar" tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017'de, Şogen Film tarafından 2019'da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları). Kesekli Tarla (2020, öykü) ve HınçAhınç (2024, roman) adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.