Barış üzerine - III: Sarılın ya da öp elimi barışalım

Zulüm, sadece bir aracı değil, bazen başlı başına bir amaç haline gelebilir. Bir hedefe ulaşmak için kullanılan zulüm, zamanla o hedefin ötesine geçerek sırf zulmetmek için sürdürülebilir hale gelir. Bu durum, barış süreçlerini de doğrudan etkiler.

Her bireyin, her ailenin, her kültürün kendine özgü barış ritüelleri vardır... Barıştan söz ediyorsak aslında barış öncesinde yaşanmış bir haksızlık, adaletsizlik veya eşitsizlikten söz ediyoruz. Bu diskur barış öncesi kavga, kırgınlık, incinme, savaşı da içeriyor. Bazen haksızlık, incinme her zaman gerçek olmayabilir; algılanan ya da kurgulanan adaletsizlikler, incinmeler de öfke doğurabilir. Bazen ‘seçilmiş kırgınlık, incinme’ de olabilir. Psikanalist Vamik Volkan’ın kuramsallaştırdığı ve ‘seçilmiş travma’ (Blindes Vertrauen=gözü kapalı güvenmek, 2005, s. 39) olarak tanımladığı olguya benzer bir şeyden söz ediyorum. Kişi kendi yaşamadığı ama tanığı olduğu ya da duyarak, okuyarak ve olayın mağduruyla özdeşleşerek yaşadığı bir incinme olabilir. Mesela işkenceden haberdar olan birinin kendisi işkence görmemesine rağmen özdeşleşme ve empati üzerinden mağdurun duygularına yakınlaşması ve bu incinmeleri sahiplenmesi gibi. Kısacası zulmün olduğu yerde reel mağdurlarla dolaylı bir biçimde mağdur olanlar var.

Barış takvimini geriye aldığımızda karşımıza kurgulanmış ya da gerçek bir kötülük çıkar ve zaten barış da bu kötülüğün acısını dindirmek, kötülüğe dur demek için yapılır. İncinmelere, aşağılanmalara, düş kırıklıklarına olay anında verilemeyen tepkinin daha sonra giderilme ve onarılma çabasıdır barış biraz da. Geçmişte önlenemediğinden ve sonra da tepki verilemediğinden adalet sağlanamamıştır… Hayatın bir yerinde, bazen istemeden, bazen kasıtlı olarak birine zarar verilir. Kötü çıkar karşımıza. Barış, işte bu hasarı onarma kötüyü dönüştürme çabasıdır. İnsan, bir durumu önceki haline döndürmeyi denemek ister. Kötü olmadan önceki durum. Bu imkansızdır. Ama yeni kötü’leri ve zulümleri engelleme başarılabilir. Ancak gerçek bir barış için pişmanlık, bağışlama, yanlışın farkına varma ve bu yanlışı giderme çabası gerekir.

Barış sürecinde bazen bir suçlu ve bir masum, mesele iki taraf arasında asimetrik güç ilişkisi varsa. Bazen de iki masum ya da iki suçlu olabilir. Ancak barışın temel şartı, suçun bilincinde olmak ve bu bilinci, acıyı ortadan kaldırmaya/durdurmaya yönelik bir çabaya dönüştürmektir. Fakat mağdur ve fail arasındaki asimetrik güç ilişkisi sürüyorsa, adaleti sağlayacak üçüncü bir kuruma ihtiyaç olabiliyor. Ayrıca zulüm sonrası iki taraf da çok afektif davranabiliyor. Çünkü bu konuşmada tarafların yaralarını göstermeden görüşmeleri çok zor. Bu görüşmelerde sembolik ya da reel olarak suçlunun cezalandırılması adalet duygusun oluşturulması gerek.

Ancak bu kültürde benim tanıdığım birçok barış ritüelinde gerçek bir barışın sağlanmadığını gördüm.

GELENEKSEL TOPLUMLARDA BARIŞ VE RİTÜELLER

Toplumlar, grup içindeki düşmanlıklara tahammül edemez. Çünkü iç çatışmalar, dış tehditler karşısında topluluğu zayıf ve savunmasız bırakır. Bu yüzden grup içi anlaşmazlıklar giderilmek zorundadır. Eğer reel bir dış tehdit varsa, bu barışma süreci hızlandırılır ve bu, gerçek barıştan çok “barışmış gibi yapma”dır. Dış düşmanlar, grubun kendi içindeki problemleri hızlıca örtbas ederek düşmana karşı birliği sağlamaya çalışır. Bu, aslında barıştan çok geçici bir ittifaktır.

Düşmanla mücadele nedeniyle bir araya gelenler, zamanla kendi aralarındaki sorunları görmezden gelebilirler. Çünkü aralarındaki çatışma enerjisini düşmanla mücadeleye harcayabilirler. Burada kendi aralarındaki düşmanlığı ve öfkeyi ortak düşmana yansıtarak kendileri kavgasız bir dönem geçirebilirler.

YUNANLILARI DENİZE DÖKMENİN UTANCI VE ACISI

Savaşı kötü yapan bir diğer mesele de belirsizliktir. Savaşın nasıl gelişeceğini, her çatışmanın nasıl sonlanacağını asla kesin olarak bilemezsiniz. Savaşta kimin öleceğinin belirsizliği. Savaşı ne zaman başlatacağını belirleyebilirsiniz ama ne zaman biteceği belirsizdir. Maliyeti hesaplanamaz, sonuçları öngörülemez… Bir boks maçı izledim: Eli yüzü şişmiş, kanlar içinde kalmış bir boksörün elini havaya kaldırıp galip ilan ettiler. Kavgalar, çatışmalar, savaşlar… Yenenin de kanlar içinde kaldığı, yaralandığı bir gerçeklik… Barıştaki en sıkıntılı durum da yine belirsizliktir. Barışın nasıl sonuçlanacağını, hangi tarafın ne kazanacağını kestiremezsiniz. Barış birlikte kazanma projesidir, ‘ben daha kazançlı çıkacağım’ denildiğinde başka bir savaş sürüyordur ve orada konu artık barış değildir. Barış sürecinde her iki taraf da kazançlı çıkmak ister, ancak her barış bir uzlaşmadır. Uzlaşmak ise, tam olarak istenilene ulaşamamak, karşı tarafa taviz vermek anlamına gelir. Oysa her taviz bir yenilgi olarak görülür ve bu da çoğu zaman mutsuzluk üretir. Oysa, eğer her tavizin aslında bir kazanç ve huzur anlamına geldiğini kavrayabilsek… Barışın kendisi, her toplum için en büyük kazançtır.

İnsan garip bir canlı. Korku hazzı diye bir şey var. Korkudan haz almak. Korku filmlerinde insanlar hem korkuyorlar hem de haz alıyorlar. Masallardaki canavarlar, devlet ürkütücüdür. Ama gene de dinleriz ve çocuklara anlatmaktan ve onları korkutmaktan da haz alırız. Korkutma hazzı var. Devletin usta olduğu ve sürekli uyguladığı yöntem. İnsanlar tehlikeden haz alıyorlar. En olmadık maceralara girişip haz alıyorlar. Ve insanlar acıdan haz alıyorlar. Ağzı acıdan yanan kişi acı biberi yemeyi ve haz almayı sürdürüyor. Mazoşizm... İnsanlar acı çektirmekten haz alıyorlar. Sadizm. Sapıklık, anormallik saydığımız bu eğilimleri entegre edebilmiş kişileri ‘normal’ olarak tanımlamıyor muyuz? Barış da insanın bu eğilimlerini yaşama olanaklarının yaratılması değil mi?

Barışın en büyük engeli, savaşın estetize edilmesi ve savaş anlatılarına haz eklenmesidir. Savaşı anlatanların da anlatılarında bir haz vardır: düşmanı, en çok korkulanı yenmek, korkunun getirdiği hazzı yaşamak… Korkuyu yenmenin ve yok etme anında hissedilen coşku ve tatmin duygusu… Savaş, kanlı ve ölüm dolu bir oyun olsa da hayatta kalmanın sevinciyle iç içe geçer. Ancak savaşı gerçekten yaşamış olanlar, onun acısını da bilir. Ölümün soğuk yüzüne her an bakmanın yarattığı dehşeti, korkunun insanı nasıl kemirdiğini…

İşte bu yüzden, savaş anlatıları kahramanlaştırılırken, ölümün ve öldürmenin gerçekliği göz ardı edilir. Savaşta askerlere öldürme hakkı ve cezasızlık tanınmış olsa da, gazi, kahraman denilse de öldüren herkes katildir de. İşte katil katlettiğinin hayatını düşünmekten kaçınır, cinayet inkâr edilir. Savaş sonrası kahramanlık anlatıları, aslında bu cinayetin üzerini örtmek için oluşturulan bir kalkandır. Caniliği gizlemenin/inkar etmenin en kestirme yolu, kahramanlık hikâyeleri yaratmak ve savaşa haz yüklemektir. Öldürmenin, zalim olmanın hazzı… Düşmanı mutlak bir şekilde alt etme, boyun eğdirme, üzerinde mutlak iktidar kurma ve onu tamamen yok etme arzusu… Düşmana karşı tanrısallaşma… Tanrının verdiği canı, Tanrı yerine kişinin alma isteği…

Yunanlıları denize dökmek, bir coşku anı olarak anlatılır belki ama gerçekte bu, zulmün coşkusudur. Yunan ordusunun Anadolu’daki ilerleyişi ve geride bıraktığı zulmün izleri ortadadır. Ancak bu zulüm, iki taraf için de kahramanlık öykülerine dönüştürülmüştür. Oysa hiçbir savaş gerçek bir zafer değildir. Ölümün, öldürmenin olduğu yerde zulüm, katliam ve acı vardır zafer ve başarı değil. Türkler ve Kürtler arasındaki gerilimi dindirmek için sıkça dile getirilen “Çanakkale’de birlikte acı çektik, savaştık, direndik ve öldük” anlatısı da benzer bir işleve sahiptir. Çanakkale, büyük bir toplu katliamdır ve asıl yapılması gereken, onun yasını tutmaktır. Ancak biz, bu kadar ölümden kahramanlıklar çıkarmaya devam ediyoruz. Denize döktüğümüz Yunanlılara üzülmeye başladığımızla değişeceğiz belki de…

Peki, Çanakkale’yi “birlik olalım, düşmanı yenelim” anlatısından çıkarıp, onun acısını, yasını ve travmasını anlamaya dönüştürebilir miyiz? Barış ve kardeşliği silah arkadaşlığı retoriği üzerinden kurguladığımızda, aslında savaş çığlıklarını da içinde taşıyan bir anlayışı sürdürmüş oluruz. Türkiye’de barış söylemleri çoğunlukla uluslararası ilişki dinamikleriyle bağlantılıdır. “Dış düşmanlara karşı birlik olalım” söylemi, içeride barışı değil, savaş halinin devamlılığını güçlendiren bir motivasyon yaratır. Dominant kültür ve grupların öncelikli bir barış isteği yoktur; bilakis, ırkçı söylemlerle sürekli savaş, toptan imha ve “kökünü kazıma” retoriği gündemde tutulmaktadır. Savaşı gerçekten yaşamış olanlarla, bugün onu anlatanlar arasındaki uçurum büyüktür. Savaş anlatılarının büyük çoğunluğu, gerçek savaşın dehşetini değil, onun estetize edilmiş, kahramanlığa dönüştürülmüş halini yansıtır.

DİNİ BAYRAMLAR BARIŞMA BAYRAMIDIR DA

Barış için bir çerçeve çizilir ve bu çerçevede barış ritüelleri belirli kurallara bağlanır, ritüelleştirilir. Örneğin, Alevi inancındaki “dara çekme”, bir tür dini yargılama, ceza ve barışma sürecidir. Bu süreç, grup içindeki sorunları çözme ve barışma fırsatı sunar.

Ayrıca dini bayramlar, bir anlamda barış bayramlarıdır. Ancak bu tür barışmalar çoğu zaman içten ve samimi değildir. Amaç, gerçek bir barış sağlamak değil, düşmanlaşan taraflar arasında diyalog kurulmasını sağlamaktır. Çoğu zaman gerçek bir barış sağlanmadığı için bu süreç bir kısır döngüye dönüşebilir: Barışma – küslük – tekrar barışma – tekrar küslük. Bu kesintili ilişkiler, aslında düşmanlığın keskinleşmesini önleme amacını taşır.

Bir başka geleneksel barış yöntemi helalleşmedir. “Hakkını helal etme” kavramı, aslında borçları ve alacakları sıfırlama ritüelidir. Ancak burada asıl amaç, kişisel huzuru sağlamaktan çok, topluluğun devamlılığını ve iç düzenini korumaktır.

Geleneksel toplumlar eşitlik yerine hiyerarşik düzenlere sahiptir. Bu düzen, saygınlık ve güç ilişkilerini de belirler. Örneğin, yaşlıların söz sahibi olması bir gelenektir. Köydeki saygın bir yaşlı, barış sürecinde otoriter bir üçüncü taraf olarak devreye girer ve tarafları barıştırma görevini üstlenir.

KÜSEREK BARIŞMAK

Bir çelişki gibi görünmesine karşın bir diğer barışma biçimi ise küsmektir. Küsmek, ilişkide bir mesafe koymayı sağlar ve böylece öfkenin yatışması için zaman tanır. Aynı zamanda susarak ve ilgiyi geri çekerek bir cezalandırma yöntemidir. Ancak küsmek, pasif-agresif bir ceza yöntemi olduğu için zaman zaman sadist ve faşizan bir özellik taşıyabilir. Küsen kişi, karşısındaki kişiyi değersizleştirir. Faşizm de benzer şekilde, karşı tarafı insan yerine koymama, onu yok sayma eğilimindedir. Aslında küstüğümüz kişiyle ilgilenmeye devam ederiz; onu gizlice takip eder, her hareketini izleriz. Bu yüzden küsmek, tam anlamıyla umursamamak değildir. Aksine, negatif bir ilginin yoğunlaşmasıdır. Küsmek öfkelenilen ve öfkenin arttığı durumda ilişkiyi dondurmak ve çatışmadan kaçınmak anlamına da gelir. Yani çatışmayı önleyici bir yanı vardır. Öte yandan, küsmek bazen bir barışma fırsatı da yaratır. Çünkü zaman içinde öfke azalır ve olay bağışlanabilir hale gelir. Ancak küsmenin bu etkisi, adalet duygusunun önüne geçtiğinde sorunlu hale gelir.

“BARIŞMIŞ GİBİ YAPMAK” BARIŞ DEĞİLDİR

Birçok ailede, çocuklar kavga ettiğinde ebeveynler “Öpüşün, barışın!” diyerek duruma müdahale eder. Ancak bu yapay bir barış yaratır. Barışın sağlanması için öncelikle sorunun nedenlerinin konuşulması ve adil bir şekilde çözülmesi gerekir. Ancak bu yapılmadığında, çocuklar kavgaya devam eder. Hatta zamanla şiddetin seviyesi artar. Çünkü çocuklar, anne babalarının otoritesini fiziksel güçlü ama duygusal zayıf, ikilem toleransı olmayan ve adaletsiz olarak deneyimler. Sonunda kardeşler arasında fiziksel güçlü olan kazanır ve diğerine zorla boyun eğdirir. Bu, barış değil; güçlü olanın kendisini dayattığı sosyal Darwinizm’dir: “Güçlü olan, istediğini yapar.” Ancak güçsüz olan, bu çözümü içten içe onaylamaz. İtiraz etse aynı oyun tekrar edecektir. Baba/anne devreye girecek, ikisine de kızacak; abi ise burada suç bilinci geliştirmek yerine daha da öfkelenerek kendini haklılaştıracak ve zulmün dozajını artırmaktan çekinmeyecektir. Anne/babanın kızgınlığını mağduriyet sayarak, mağduriyetine sebep olduğunu düşündüğü kardeşine daha fazla zulmedecektir. Yardım isteyen güçsüz kardeş ise yardım yerine bir ceza silsilesiyle karşılaşacaktır. Bu durumda mağdur olan, daha fazla ceza görmemek için ağabeyin ilk zulmüne ses çıkarmayacak; zulme tahammül etmeyi, zalimi kızdırmamayı öğrenecek ama içinde bir intikam duygusu biriktirecektir. Bu yöntem, toplumda da sıkça görülür. Yoksulların yoksulluğu dış güçler palavrasıyla açıklaması iktidarın zulmünden korktuğundandır da.

Tüm bunlar, gerçek bir barıştan çok, sorunun üstünü örtme çabalarıdır. Gerçek barış, ancak haksızlık giderildiğinde ya da en azından bunun için samimi bir çaba gösterildiğinde sağlanabilir. Unutmak bir çözüm değildir; gerçek barış, unutmamak üzerine kurulabilir. Unutmamak, bir daha yaşanmaması için bilinç oluşturur. Madımak Katliamı’nı unutamayız. Ama Madımak’ın suçunu, pişmanlığını ve özrünü başarabiliriz. Failin “Evet, suçluyum” demesi gerekir. Fail suçunu kabul etmedikçe, sahici ve kalıcı bir barış mümkün değildir.

Unutmak… Freud’a göre bilinçötesinin bir ürünüdür. Unutma, farkında olmadan gerçekleşir. Yani bir kişi unutmaya karar vermişse, bu unutma değil; kararlı ve planlı bir uygulamadır. Akıllı olmaya da karar verilemez. Hiç kimse “Ben bugünden sonra akıllı olacağım” diyerek akıllı hale gelmez. Aynı şekilde, spontane olmak da bir kararla mümkün değildir; çünkü spontane, planlamadan, aniden ve o anda gelişen bir durumla ilgilidir. “Unutalım” demek, aslında şizofrenik bir tekliftir. Bunun anlamı, unutmuş gibi yapalım, “sesinizi kesin” demektir.

Zulüm sürekli hale geldikçe, mağdurun içindeki öfke ve intikam duygusu da artar ve bir noktada taşma noktasına gelir. Bu durumda bir öfke patlaması yaşanabilir. Ancak çoğu mağdur, bu duruma karşı öfkeyi azaltmak için rasyonelleştirme yoluna gider; kendisini de zulümden sorumlu tutmaya başlar ve böylece iç dünyasında oluşan öfkeyi bastırır. Bunun en radikal biçimi, kişinin manik bir şekilde faille gereğinden fazla özdeşleşmesidir. “Kraldan çok kralcı olma” durumu tam da budur. Mehmet Metiner’in ya da Abdulkadir Selvi’nin toplumda tiksinti objesi olarak görülmelerinin nedeni de budur: faille/kötüyle/zalimle gereğinden fazla özdeşleşme, zulme manik ve tezat bir tepki verme hali.

Kişi karşı tarafa geçtiğinde zulümden kurtulmaz, sadece kendisi de zalim olur. Kolonyal hikâyelerde, monarşilerde, tarihin farklı dönemlerinde bunun binlerce örneği var. Osmanlı’nın en saygın gruplarından biri devşirmelerdi. Ancak devşirmeler, en büyük zulmü geçmişte ait oldukları gruplara yaptılar. Bu insanlar bazen zalimden de zalim hale gelir ya da zulmü, zalimin kendisinden daha büyük bir coşkuyla savunurlar.

Neden? Freud’un kuramına göre insanın iç dünyasında ben (ego), üst-ben (süperego) ve id olmak üzere üç kuramsal yapı bulunur. Ben’in (ego) görevi, iç dünyadaki çelişkileri azaltmak, tarafları sakinleştirmektir. Örneğin, içimdeki öfke bana “birinin kafasını kır” diyebilir. Üst-ben (süperego) ise vicdanı devreye sokarak, bu düşüncelerim nedeniyle suçluluk ve korku hissetmemi sağlar. İşte burada ben (ego) devreye girerek daha kabul edilebilir bir çözüm önerir. Örneğin, öfkemi bir şikâyet dilekçesi yazarak ya da hukuki yollarla giderebilirim. Böylece id’in arzusu kısmen yerine gelir ve aynı zamanda üst-ben de (süperego) beni suçlamaktan vazgeçer.

Fail tarafına geçenlerin daha zalim hale gelmelerinde de benzer bir mekanizma işliyor olabilir. Taraf değiştirmenin, “ihanet içinde oldukları” bilincini hafifletmek için sürekli olarak kendilerini teselli etmeleri, ikna etmeleri gerekiyor. Bunu yapabilmek için de ait oldukları eski grupları sürekli suçluyorlar: “Asıl suçlu sizsiniz, zulmü hak ediyorsunuz.” “Devlet gerekli olanı yapıyor, suçlu devlet değil.” Bu, kendilerini savunmanın ve üst-ben’i (süperego) yatıştırmanın bir yolu oluyor. Histerik hastalarda gördüğümüz gibi, abartılı rol yapma ve dramatik tepkiler sergileme eğilimleri burada da belirgin hale geliyor. Çünkü bu kişiler, aslında kendi iç dünyalarını sakinleştirmek için zulmün yanında yer alıyorlar.

YENENLERİN BARIŞI

Tarihte kazananlar, kaybedenlere kendi koşullarını dayatmıştır. Ve bizim okuduğumuz tarihi onlar yazmış genelde. Irak Savaşı bunun en iyi örneklerinden biridir. Kazanan taraf, kaybedenlere istediklerini yaptırdı. Ancak bu durum, savaşın açık bir galibi olduğunda gerçekleşir. Bazı savaşların ise kazananı belli değildir ve savaşı sürdürmeye iki tarafında gücü yoktur ve iki taraf da kazandığını iddia eder. Kadeş Savaşı bunun en eski yazılı örneğidir. Bazen eğer iki taraf da kesin bir galibiyet elde edemiyorsa, uzlaşma/üçüncü bir taraf devreye girer. Bu, tarafların kendi hedeflerine tam olarak ulaşamayacağını kabul etmesi anlamına gelir. Gerçek bir barış ancak hakikat ve adaletle mümkündür. Gerçek barış, sahte uzlaşmalarla değil, adaletle sağlanır.

UZLAŞMA: GERİYE DOĞRU DÜŞÜNME

Bir çatışma veya kriz, metaforik olarak bir sorun yumağı, bir kördüğüm gibidir. Krizi çözmek için sorunun başladığı noktaya doğru yani geriye doğru gitmek gerekir. Bunu psikoanalizi tanımlamak için de kullandığım bir metaforla açıklayabilirim: Evinize geldiğinizde anahtarınızı kaybettiğinizi fark ediyorsunuz. Anahtarı bulmak istediğiniz yerde aramak boşunadır. Onu gerçekten bulmak için geldiğiniz yolu geriye doğru izleyerek anahtarı kaybettiğiniz noktaya ulaşmanız gerekir. Anahtarı nerede kaybettiyseniz, ancak orada bulabilirsiniz.

Barış da aynıdır. Barışı sadece istediğiniz noktada sağlamak mümkün değildir. Barış, ancak onu zorunlu hale getiren süreçlerin analiz edilmesiyle mümkündür. Savaşın, düşmanlaşmanın ve toplumsal bölünmenin kaynağına inmeden barış sağlanamaz. Barış, onu gerekli kılan sorunlarla uğraşmakla mümkün olur. Örneğin, depresyonda olduğunuzu fark ettiğinizde, sadece farkına varmak depresyonu çözmez. Depresyonu oluşturan sebepleri bulmak ve bu sorunları gidermek gerekir. Aynı şekilde, bir toplum barışı sağlamak istiyorsa, önce çatışmaları doğuran tarihsel ve yapısal nedenleri anlamalı ve bunlarla yüzleşmelidir.

Barıştaki bir başka sorun da insanın doğasındaki garip çelişkilerle ilgilidir. Çünkü insanoğlu zulümden haz alabilen bir varlıktır. Hanno Sauer’in Moral (Ahlak, 2023, ikinci basım, s. 92) adlı kitabında da belirttiği gibi, insan amacına ulaştıktan sonra bile zulmünü sürdürebilir. Tarih boyunca bunun pek çok örneğini gördük. Zulüm, sadece bir aracı değil, bazen başlı başına bir amaç haline gelebilir. Bir hedefe ulaşmak için kullanılan zulüm, zamanla o hedefin ötesine geçerek sırf zulmetmek için sürdürülebilir hale gelir. Bu durum, barış süreçlerini de doğrudan etkiler. Eğer zulmün kendisi bir tatmin kaynağına dönüşmüşse, barışa ulaşmak çok daha karmaşık ve zor hale gelir. Çünkü barış sadece bir anlaşma ya da bir statüko değişikliği değil, aynı zamanda zulümden beslenenlerin bu hazzı terk etmelerini gerektirir.

TOPLUMSAL TRAVMALAR, BAĞIŞLAMA VE NEFRETİN AĞIRLIĞI

Bazı yazılarımda da belirttiğim gibi, bu ülkede işlenmemiş, filtrelenmemiş birçok kolektif travma var. Ancak bu travmalardan kurtulmak yerine, toplum yeni travmalar ve yeni mağdur gruplar üreterek varlığını sürdürüyor. Cumhuriyet, bir travmadan kurtulma projesi olarak ortaya çıktı. Ancak, aynı zamanda yeni travmaların da kaynağı oldu. Gerçek bir barış, geçmişin üzerini örtmekle değil, onunla yüzleşmekle mümkündür. Cumhuriyet, bir yanıyla yeni bir başlangıç, beyaz bir sayfa olarak sunuluyor. Her düzen, kendi söylencesini yaratır. Bu durum ulus olmanın doğal bir sürecidir ve yalnızca bize özgü de değildir. Her yeni ulus yaratma projesinde kültürel yalanlar da üretilir. Günümüzde ise, bu yalanların tarihsel gerçekliğin yerine geçmesi söz konusudur. Yalan üzerine barış oturtmak zor…

Psikanalist Massimo Recalcati (Lob der Vergebung = Bağışlamaya Övgü, 2014, s. 25) bireylerin bağışlama gelenekleri üzerine yazdığı kitabında “narsistik yalan” kavramından söz eder. Bu kavram, toplumlar için de geçerlidir. Narsistik yalan, kişinin bağımsız, özgür, otonom ve sonsuz masum olduğunu sanmasıdır. Eğer bir toplum kendisini böyle kurgularsa, düzeltilecek, özür dilenecek bir mesele yokmuş gibi görünür. Halbuki bir toplumun kendi içindeki sorunları çözebilmesi, “hata kültürü” geliştirmesine ve bir “bağışlama/bağışlanma kültürü” oluşturmasına bağlıdır. Bu da her toplumun kendi eksiklerini, yanlışlarını, suçlarını ve kötülüklerini kabul etmesiyle mümkündür.

BAĞIŞLAMA: ASİMETRİK BİR SÜREÇ

Bağışlama ve bağışlanma, asimetrik bir ilişkiyi tanımlar. Bağışlamak, yalnızca “pişmanım” ya da “affet” talebine verilen bir tepki değildir; uzun ve acılı bir sürecin başlangıcıdır. Bu süreç, affetme/helalleşme çalışmasıyla mümkündür. Örneğin, eşine travmatik bir kötülük yapmış bir erkeğin sadece af dilemesi, meseleyi çözmez. Af dilemek, af dilenenin bağışlamasını otomatikleştirmez. Burada samimiyet, suç bilinci ve yaşanan acının derinlemesine hissedilmesi gerekir. Af dilenenin affetmeme hakkının olduğu da unutulmamalı. Bu bağlamda, Willy Brandt’ın Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökmesi, samimi, inandırıcı ve güçlü bir tarihsel jest olarak görülmelidir. Af dilemede failin elindeki gücü mağdura teslim etmesi sembolize edilir. Fail, zulüm/kötülük yapma gücüne sahip olandır. Bağışlanma sürecinde ise, bu gücü mağdura teslim eder ve onun mazlum kimliğini tanır. Bu noktada tersine bir asimetrik ilişki oluşur: Fail güçsüzleşir, mağdur ise ahlaki bir güç kazanır. Fail, mağdura karşı gücünü teslim ettikten sonra sadece beklemek durumundadır. Çünkü her özür kabul edilmek zorunda değildir.

NEFRETİN PSİKOLOJİSİ

Her büyük haksızlık, bir mağduriyet ve acı yaratır. Bu acının en doğal sonuçlarından biri nefrettir. Psikanalist Reimer Hinrichs (Was ist Hass? = Nefret Nedir? 1990, s. 38) nefretin, korkulan objeye karşı gösterilen bir tepki olduğunu söyler. Nefret, güçsüzün güçlüye duyduğu histir. Nefret, nefret edenin yaşadığı yoğun negatif duygudur. Kişi, nefret ettiği kişiden kopamaz, ona saplantılı bir şekilde odaklanır ve onu sürekli reddeder. Ancak, nefret edilen kişi çoğu zaman bunun farkında bile değildir ya da umurunda değildir.

Psikanalist Karl König (Hassen und Versöhnen = Nefret ve Bağışlama, 1990, s. 30) bağışlamayı, “Artık nefret etmiyorum” diyebilmek olarak tanımlar. Bazen zamanla nefretin yoğunluğu azalır ve bu, bağışlamayı kolaylaştırır. Çünkü nefret eden kişi, nefret ettiği kişiyi nefret yoluyla cezalandırdığı hissine kapıldığında, içindeki intikam arzusu tatmin olabilir. Ancak nefret çok yorucu bir duygudur. Sürekli bir düşmana ihtiyaç duyanlar, nefreti sona erdirmek istemezler. Nefreti sürdürmek, onların içsel dünyasının bir parçası haline gelmiştir. Böyle kişiler, nefret ettikleri kişiyi bağışlamaya yanaşmazlar çünkü bağışladıklarında kocaman bir boşluk hissedeceklerdir. Bazı insanlar için nefret, hayata anlam katar. İç dünyalarını düşmanlık üzerine kuranlar, farkında olmadan o düşmana bağımlı hale gelirler. Düşmandan vazgeçmek, onlar için anlamsızlık ve boşluk demektir. İşte bu yüzden, bazı insanlar bağışlamak istemezler. Çünkü bağışladıklarında, düşmanlarını kaybedeceklerdir ve psikolojik bir boşluk ve anlamsızlık yaşayacaklardır.

FAİLİN GÜCÜ, MAĞDURUN SESSİZLİĞİ VE ADALET ARAYIŞI

Eğer fail mağdurdan güçlüyse, pişmanlık göstermiyorsa ve zulmünü sürdürüyorsa, mağdur yapılanı sineye çekmeye zorlanır. Faili kızdırmamak için daha edilgen bir tutum sergileyebilir. Eğer devlet ve kurumlar failden yana tavır alıyorsa, mağdur hayatta kalma stratejisi olarak “mimikri kişiliği” (bu olguyu başka bir yazıda kapsamlı biçimde yazmayı düşünüyorum) geliştirebilir. Bir Sivas/Mamaş türküsü olan Zeynebim’de geçer: İçerim yanıyor/Dışarım serin… Mimikri: Hayatta Kalma Stratejisi Olarak Görünmezliktir. Mimikri, biyolojide hayvanların yaşadıkları ortama uyum sağlayarak kendilerini görünmez kılmaları ve böylece düşmanlarından korunmaları anlamına gelir. Aynı zamanda iyi bir kamuflaj yöntemidir; avının dikkatini çekmemek için gizlenme stratejisi içerir. Toplumsal bağlamda mağdur, failin daha fazla zulmetmesinden korktuğu için onun işlediği suçları sorgulamaktan kaçınır. Ancak bu, iç dünyasında yaşananları kabul ettiği anlamına gelmez. Tam tersine, iç dünyada nefret ve öfke birikmeye devam edebilir. Bu durumda mağdur, bazen sadece hak aramaktan değil, yas tutmaktan bile vazgeçebilir. Çünkü yas tutmak, failin zulmünü sergilemek/teşhir etmek anlamına gelir ve bu, failin öfkesini daha da artırabilir.

Eğer mağdur adaletten umudunu keserse, bunu yüce bir güce havale eder. Tanrıya havale etmek, ilahi adalete sığınmak anlamına gelir. Dinler, ilahi adalet vaadi sunar ve hiçbir suçun cezasız kalmayacağını vaat eder. Beddua da aslında mağdurun intikamını Tanrıya havale etmesi, onun failini cezalandırmasını beklemesi değil midir? Bu durumda adaletsiz, intikamsız bir yenilginin kabulü inkâr edilir. Çünkü aslında mağdur, yenilmediğini düşünür. Olayın dünyada cezasız kaldığı kabul edilse bile, Tanrı’nın ahirette hak edilen adaleti sağlayacağına inanılır. Yani bedduada mağdur Tanrı’dan kendi alamadığı intikamı zalimden almasını istemektedir. Beddua mağdurun intikam arzusudur…Benim intikamımı al! Dualar da aslında güçsüzlerin ve çaresizlerin Tanrı’nın yardımını arzulaması değil midir?

FAİLİ HAKLI BULMAK: ACIYLA BAŞ ETME MEKANİZMASI

Psikanalist Ulrich Sachsse (1990, Rache: Destruktive Wiedergutmachung = İntikam: Yıkıcı Telafi, s. 53) önemli bir noktaya dikkat çeker: Bazen insanlar, içlerindeki acıyı, nefreti ve öfkeyi azaltmak için faili haklı bulurlar. Yani mağdur, failin kendisine kötülük yapmakta haklı olduğunu düşünerek yaşadığı travmayı rasyonelleştirmeye çalışır. Örneğin: “Babam haklı, ben de suyu döktüm.” “Öğretmenim haklı, çünkü sınavda başarısız oldum.” Bu tür içsel gerekçeler, mağdurun failin suçunu üstlenmesi ve onu suçluluktan kurtarması anlamına gelir. Aslında bu, faille özdeşleşmektir. Anna Freud’un savunma mekanizmalarından biri olarak tanımladığı “saldırganla özdeşleşme”, mağdurun failin bakış açısını benimsemesi ve onunla kendini özdeşleştirmesi durumudur.

ÖÇ ALINMADAN BARIŞ OLUR MU?

Sachsse, intikamın büyüleyici bir yönü olduğunu söyler. İntikam aslında bir mucize beklentisini içerir. İntikamın amacı, yaşananı yaşanmamış hale getirmektir. Örneğin, birinin diğerini vurarak kör ettiğini düşünelim. Adalet isteğinde asıl arzu edilen şey, kör olmadan önceki duruma geri dönebilmektir. Ancak bu imkânsızdır. Bu yüzden, failin cezalandırılması ve adaletin sağlanması talep edilir. Adalet sağlanmadığında, mağdurda sürekli bir acı ve burukluk hissi oluşur. Madımak Katliamı da böyle bir örnektir. Suçluların cezalandırılmaması, intikamın alınamamasının yarattığı burukluk ve mağdurların adalet arayışında yalnız bırakılması…

POZİTİF/YARATICI İNTİKAM: FAİLLE AYNILAŞMAYI REDDETMEK

Bazen mağdur, intikamını şiddetle değil, yaratıcı bir şekilde almayı seçer. Bu durumda mağdur, fail gibi olmamayı bir direniş biçimi olarak benimser. Örneğin: Aleviler, kendilerine yapılan kötülüklere ağıtlarla, müzikle ve kültürel hafıza ile yanıt verdiler. Madımak, ağıtlarda saklandı ve işlendi. Bu hem unutmayı engelleme hem de faille aynılaşmaktan kaçınma çabasıydı. Suçluyu teşhir etme ama fail olmadan intikam alma. Benzer şekilde, Kürtlerin barışı sürekli istemeleri de böyle bir çabanın parçasıdır. Çünkü bazı mağdurlar için en büyük intikam, fail gibi olmamaktır ve failin yöntemlerinden kaçınmaktır… Barış ancak failin sorumluluk alması ve mağdurun da nefretini dönüştürebilmesiyle kolaylaşır. Barış, yüzleşmeyle mümkündür… Toplumlar ve bireyler, nefretin ruhlarına nasıl işlediğini anlamadan, barışa ulaşamazlar. Barış, geçmişi inkâr ederek değil, o geçmişin yükünü taşıyanlarla yüzleşerek mümkündür. Bağışlama ve barış süreci, yalnızca mağdurların affetmeye gönüllü olup olmamasıyla ilgili değildir. Failin gerçekten suçunu kabul etmesi ve güçten vazgeçmesi gerekir. Ancak o zaman, gerçek bir barış mümkün olabilir.

YOĞUN ACILAR SONRASI BARIŞ VE BAĞIŞLAMANIN KAHRAMANLIĞI

Yoğun acılar sonrası yapılan barışta ve bağışlamada, genellikle fazla konuşulmayan bir kahramanlık öyküsü vardır. Her barışma, yaşanan travmaların anımsanmasını ve bu anıların yol açtığı acıyı da beraberinde getirir. Zamanında alınamayan intikamlar, geciken adalet ve bu süreç boyunca çekilen acılar barış anında da hissedilir. Yani barışma anındaki acı, yalnızca olayın kendisinin yol açtığı acıdan ibaret değildir; aynı zamanda adaletin yerine getirilmesi için beklenen süreçte yaşanan acılar da bu yükü artırır. Bazen bu bekleme acısı, olayın kendisinden bile daha derin olabilir. İşte bu yüzden barışmak bir anlamda kahramanlıktır. Çünkü “Büyük kahramanlık, acıları umursamamayı başarabilmektir.” (Peter Sloterdijk, Zorn und Zeit = Öfke ve Zaman, 2019, 5. baskı, s. 17). Sloterdijk, intikam duygusunun rahatsız edici bir tarafı olduğuna vurgu yaparken (s. 98), aynı zamanda intikamın insanı motive eden, canlı tutan bir güç kaynağı olduğunu da belirtir. Bazı insanlar için intikam, yaşamın anlamı bile olabilir. Yani, “intikamcı bir varoluş” fikrinden söz etmek mümkündür. Sloterdijk, intikam duygusunu bir banka hesabına benzeterek metaforlaştırır. Ona göre, insanın içinde bir “kızgınlık bankası” oluşur (s. 99). Bir toplumda yaşanan olumsuzluklar ve haksızlıklar, zamanla toplumsal düzeyde biriken bir öfkeye dönüşür. İşte bazı politikacılar, bu negatif enerjiyi toplumsallaştırır ve onu ideolojik bir güce dönüştürür. Bu noktada, öfke enerjisi bir çıkış yolu bulamadığında barışı sağlamak neredeyse imkânsız hale gelir. Özellikle ırkçı politikacılar, bu birikmiş öfkeyi sürekli kullanarak varlıklarını sürdürürler. Böylece, kısır bir döngü oluşur: Irkçılık, var olabilmek için sürekli olarak öfkeye ve negatif enerjiye ihtiyaç duyar. Bu öfkenin dışa vurumu yeni acılara yol açar. Yeni acılar, yeni öfkeleri doğurur. Bu dinamik dönüştürülmeden ve öfke yatıştırılmadan, barış için bir yol açmak son derece zordur. Irkçı, düşmanca dil ve bu dilin şekillendirdiği iletişim terk edilmeden, barışın dilini bulmak mümkün değildir.

BARIŞIN ENERJİSİNİ DÖNÜŞTÜRMEK

Barışı örgütlemeye çalışanlar, yaşadıkları acıyla ve bu acının yarattığı öfkeyle baş etmek zorundadırlar. Biriken negatif enerjiyi dönüştürmek, yalnızca kişisel bir süreç değil, aynı zamanda toplumsal bir zorunluluktur. Barış, yalnızca savaşın ya da çatışmaların sona ermesi değildir; aynı zamanda bu sürecin doğurduğu negatif enerjinin dönüştürülmesiyle mümkündür. Eğer bu negatif enerji dönüştürülebilirse, barışın enerjisi, heyecanı ve coşkusu ortaya çıkabilir. Bu dönüşüm gerçekleşmediğinde ise, barışın kendisi kırılgan ve sürdürülemez hale gelir. Barış sürecini inşa edenlerin, sadece düşmanlıkları bitirmeye değil, aynı zamanda bu düşmanlığın ardında biriken duygusal yükü dönüştürmeye de odaklanmaları da gerekir. Gerçek barış, geçmişin acılarını unutarak değil, onları anlamlandırarak ve bu acılardan yeni bir ortak gelecek kurarak mümkündür.

Barışta en önemli meselelerden biri de adil/hakkaniyetli olmak. Adaletle kastedilen sadece yasal olması değil. Hakkaniyetin çağa uygun olması da çok önemli. Bir yazısında İris Marion Young (Fünf Formen der Unterdrückung= Baskının beş formu, 2002, s. 428) adaletsizliğin hükmetme ve sömürüye hizmet ettiğine vurgu yapar. Barış zor bir süreç… Jacques Derrida (Gesetzeskraft=Yasanın Gücü, 2002, s. 417) adaletin/hakkaniyetin imkansızı deneyimlemek olduğunu söyler. Adalet imkansızı deneyimlemeyi denemektir. İktidarın hukuk sistemini adaletten çok zulüm mekanizması ve iletişim aracı da aynı zamanda. Mahkeme kararları zulüm ve mesaj içeriyor ve korku saçıyor adeta. Ateşkesler, savaşsızlıklar mümkün ama barış da aslında imkansızı deneyimlemektir biraz da.

İnsanın bireysel tarihinde ve insanlık tarihinde şiddet, kavga, savaş var. Ama şiddeti denetleme, uysallaştırma ve sınırlama da var. İnsanda düşmanlaşma eğilimi var ama arkadaş, dost, tanıdık ve sevgili olma var. İnsanda güvensizlik var ama sonsuz güvenme de var. İşte buradaki tercihte saklı barış…

kürtler barış Türkiye psikolojik Şahap ERASLAN