Nurcan Kaya
Ah şu Kürtler!
Çok şikâyet ediyordu canım şu Kürtler de! Sonuçta yüz yıllardır kardeşçe yaşanıyordu bu topraklarda. Kürt dediğin başbakan dahi olabiliyordu. Çalışıp para kazanabiliyordu. Daha ne istiyorlardı ki? Bir ayrımcılık, ırkçılık filan yapılıyor olsa bunları yapamazlardı, değil mi? Hem bu ülkenin insanlarının kanında ırkçılık yoktu ki zaten. Bunu herkes bilirdi. Hadlerini bildikleri, kendilerine verilmesi uygun görülenden fazlasını talep etmedikleri ve ne mutlu Türk’üm diye bağırdıkları sürece bir kere Kürtler onların din kardeşleri değil miydiler? Bakın Ermeniler, Süryaniler filan olmazdı. Onları ne etsen olmazdı; dinleri ayrıydı sonuçta. Kürtler öyle miydi oysa ki? Kendilerini inkâr ettikleri sürece birini ötekinden kim ayırabilirdi ki?
Hep birileri nifak tohumları ekiyordu bu ülkedeki insanların arasına. Dış güçlerin oyunuydu her şey. Sonuçta eskiden yoktu bu dertler. Büyükler hatırlar, değil mi? Ne etraflarındaki Kürtler ben Kürdüm derdi ne de bir sorun çıkardı. Ah ne güzeldi o günler. Beraber huzur ve mutluluk içinde yaşıyordu herkes. İşte bir takım kendini bilmezler dış güçlerin oyununa gelerek bozdular tüm düzeni. Siyasi parti kurdular; Meclis’e girdiler; belediyeleri aldılar; dernekler, vakıflar, televizyonlar, gazeteler kurdular. Anadilde eğitim filan talep ettiler. Olmaz ki canım bu kadar da! Düz ovada siyaset yapın denildi kendilerine ama öyle sessiz sedasız, büyümeden, kazanmadan, bir şey talep etmeden, ‘mış’ gibi yaparak siyaset yapmaları gerekiyordu. Bunu yapmış olsalar, memlekette hiçbir sorun çıkmadan yaşayıp gidecekti herkes.
Tamam, arada bir dışardan bakınca pek de hoş görünmeyen ya da kafa karıştıran şeyler yaşanıyordu ama lütfen, bunlar genellenemezdi. Suçlu bu ülkenin insanları değil, başka bir şeydi illa ki. Yağmurdu mesela bir keresinde.
Ahh yağmur… Yağmurun yağması sebep olmuştu bir keresinde her şeye. Tarım işçisi olarak çalışıp biraz para kazanmak için doğduğu bereketli ama pek bir hayrı görülemeyen topraklardan uzak diyarlara giden binlerce insandan biriydi Şirin Tosun. Yağmur yağdığı için fındık toplamaya ara verilmişti o gün. Neler yaşanacağını bilse acaba yine de yağar mıydı yağmur? Yağardı belki de… Çalışmaya ara verildiği için o gün arkadaşıyla beraber şehir merkezine inmişti Şirin Tosun. Ve tek yaptığı şey sokakta yürürken arkadaşıyla Kürtçe sohbet etmekti. Kürtçeyi duymak yetmişti Şirin Tosun ile arkadaşının saldırıya uğramalarına. Kendilerine içki şişeleri fırlatılan gençler koşmuşlardı köy meydanına doğru ama nafile. Onlara saldıran altı kişiden biri silahıyla ateş edip oracıkta başından vurmuştu Şirin Tosun’u. Tam 50 gün yaşam mücadelesi verdi Şirin Tosun ama sonunda hayatını kaybetti. Ailesi isyan ediyordu. Şirin yaşama savaşı verirken hastanede Kürtçe konuşamadıklarını anlatıyordu abisi de. Onca zaman boyunca yetkililerin gelip ifadelerini almamalarından yakınıyordu. Yetkililer ne yapabilirdi ki? Yağmur sebep olmuştu sonuçta her şeye. O yağmasa gençler şehre inmeyecek ve bunlar yaşanmayacaktı. O failleri ve toplumu kim suçlayabilirdi ki şimdi?
Yüz yıllardır Kürtlerle beraber kardeşçe yaşayan insanların yaşadığı şehirlerden biri olan Sakarya’da ilk defa yaşanmıyordu böyle bir şey. 2018 yılının Aralık ayında da bir baba ve oğul Sakarya’da yürürken Kürtçe konuştukları için saldırıya uğramışlardı ve baba hayatını kaybetmişti. Valilik olayla ilgili açıklamasında ırkçı saikle işlenen bir suç olmadığını söylemişti. Alkoldü kavgaya sebep olan. Sonuçta bütün kötülüklerin kaynağıydı alkol; o sebep olmuştu bu ölüme de. Böyle bir şey yaşanmazdı yoksa çünkü biz sonuçta etle tırnak gibiydik ve bunu herkes bilirdi.
Şirin Tosun’un ölüm haberinin geldiği günlerde 74 yaşındaki bir amcanın da eşiyle hastanede Kürtçe konuştuğu için saldırıya uğradığı haberi duyuldu. Her ne kadar gazete bu yaşananlara ırkçı saldırı demiş olsa da bu gerçek değildi; olamazdı. Ne yani, 74 yıldır bu topraklarda yaşayan, ekmeğini burada kazanıp yiyen birinin Türkçe konuşmasını beklemekten daha doğal ne olabilirdi ki? Bunu beklemenin adı ne zamandan beri ırkçılıktı? Memlekette ırkçı saldırılar olsa, yani nefret saikiyle işlenen suçlar olsa nefret suçları diye bir şey mevzuatta yer almaz mıydı? Mevzuatta yer almadığına göre demek ki bu ülkede nefret suçları işlenmiyordu. Bunu bilmek için dahi filan olmak gerekmiyordu. Bu bir ırkçı saldırı olmadığı için takipsizlik kararı verilmişti zaten. Hatta saldırı o kadar masumca gerçekleşmişti ki ırkçılığı bırakın, insan yaralamak suçu dahi gerçekleşmemişti.
İşte tüm bunlar yaşanırken Nusaybin Belediyesi’nin eş başkanları Semire Nergiz ve Ferhat Kut bir gizli tanık ifadesine dayanılarak tutuklandılar. Her ne kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi insanların gizli tanık ifadelerine dayanılarak yargılanmalarının adil yargılama hakkını ihlal ettiğini söylemiş olsa da Avrupa dediğin bizden iyi mi bilecekti. Bir kere Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktu. O eş başkanlar da mutlaka kötü bir şey yapmış olmalıydılar. Öyle olmalıydı ki hemen sonra yerlerine kayyım atandı. Gerçi iki ay önce yerlerine kayyım atanan Diyarbakır, Van ve Mardin büyükşehir belediyelerinin eş başkanlarının henüz hukuka aykırı davranışları tespit edilememişti ama olsun. Kötü bir şey yapmış olmalıydılar. Henüz tespit edilmemiş olması kötü bir şey yapmadıkları anlamına gelmezdi ki. Ah bakın tam bunları yazdıktan sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Selçuk Mızraklı’nın, Kayapınar Belediyesi Eş Başkanı Keziban Yılmaz’ın, Bismil Belediyesi Eş Başkanı Orhan Ayaz ile Kocaköy Belediyesi Eş Başkanı Rojda Nazlıer’in de gözaltına alındığı haberi geldi. Emniyet güçlerine filan güvenimiz tam. Bir şey bulamazlarsa da bir gizli tanık filan icat edip suçlayabilirler bu başkanları da. Hem zaten o kadar oyu nasıl alıyordu ki bu HDP’li adaylar? Nusaybin Belediyesi Eş Başkanları yüzde 77,42, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı yüzde 62,93 oy almışmışmış. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Korkudan filan olmasa o insanlar hiç oy verirler mi HDP’li adaylara? Haliyle fırsatını bulunca insanları bu oy verilmeyen başkanlardan kurtarmasın da ne yapsındı bu yüce devlet ve âli iktidar? E bundan da şikâyet ederse insanlar pıllarını pırtlarını toplayıp gitmeliydiler artık bu ülkeden.
Ah şu Kürtler! Ah şu bir türlü dinmeyen yakınmaları, yanlış anlamaları. Sadece Türkiye’de de değil, birbirine komşu dört ülkede aynı şeyi yapıyorlardı. Ortalığı karıştırıp duruyorlardı. Kimliksiz, statüsüz, hukuki korumasız, mülksüz ve yoksulluk içinde, kendilerini inkâr ederek yaşayıp gitseler her şey ne güzel olacaktı oysa ki. Ah, anlamıyorlar işte bir türlü.
Yorulmuyorlar da vallahi. Pes de etmiyorlar. Hapse atılıyorlar, işkence görüyorlar, öldürülüyorlar, evsiz barksız bırakılıyorlar, yine de bana mısın demiyorlar. Bir giderken bin geliyorlar! Hayret ki ne hayret!