Nurcan Kaya
Öldüren eşitsizliğimiz ve karanlıkta gördüğümüz küçük ışık
İnsanların gerçekten esas olarak yalnızca ‘iyiler’ ve ‘kötüler’ olarak ikiye ayrıldıklarını, geriye kalan tüm özelliklerinin teferruat olduğunu apaçık gördüğümüz günler yaşıyoruz.
Dünyanın her bir yerindeki insanlar daha önce eşi benzeri görülmemiş bir şekilde ölüm kalım mücadelesi veriyorlar. Geçmiş yüzyıllarda yaşanan salgınlar belirli coğrafyalarda ölümlere yol açarken, bugün başa bela olan virüs, insanların ve malların aşırı hızlı bir şekilde dolaşabiliyor olması nedeniyle büyük bir hızla bütün dünyaya yayıldı. Başlarda birkaç varlıklı ya da tanınmış kişinin test sonucu pozitif çıktığı için, erken konuşmayı çok seven insanlar virüsün sınıf farkı gözetmeden herkesi eşit biçimde etkilediğini söylediler. Şahsen başından itibaren bu görüşe temkinli yaklaştım. Çünkü varlıklı insanlar, virüs hakkında henüz kimsenin pek bir fikri yokken virüse yakalanmışlardı. Ayrıca bu insanların virüse yakalanmış olan diğer kişilere kıyasen testlere daha fazla erişimleri olduğundan koronaya yakalandıkları erken bir aşamada ortaya çıkmıştı. O aşamadan sonra varlıklı kişiler sırça köşklerine kapanıp salgından korunacak ve ola ki virüse yakalanırlarsa en iyi hastanelerde olabilecek, en iyi tedaviyi göreceklerdi. Milyonlarca insanın ise onlar gibi korunma ya da tedavi görme şansı olmayacaktı. Bu, gün gibi ortadaydı. Yani virüsün insanları eşit biçimde vurmayacağının çok farkındaydım ama virüsün bazı insanları göz göre göre diğer insanlara kurban etme aracına döneceğinden habersizdim. Bu kadarı kimin aklına gelebilirdi ki?
Gelir dağılımının, çalışma koşullarının ve yaşam standartlarının insanlar için epeyce eşitsiz olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hele Türkiye gibi bir türlü gelişimini tamamlayamayan ve sosyal devlet ilkesi kâğıtta yazılı kalan ülkelerde eşitsizlik muazzam büyüklükte. Bazıları için bu oldukça normal bir durumken, bazıları bu eşitsizlikten, açlık sınırında yaşayan ve iş yerinde insanca muamele görmeyen işçilerin halinden, iş cinayetlerinden, hiçbir yasal güvencesi olmadan çalışanlardan, çocuk işçilerden, mevsimlik işçilerden, emek sömürüsünden, emeğinin karşılığını alamayan çiftçinin halinden hep haberdar ve rahatsızdı. Muhtemelen bu rahatsız olan insanların da ancak bir kısmında bu rahatsızlık bir dayanışmaya, eyleme ve mücadele biçimine tahvil olabiliyordu. Bunun nedenlerini ayrıca tartışmak gerekir. Ancak galiba her gün emeği sömürülen işçilerin hayatının bu kadar değersiz görüldüğünün ve adeta onların toplumun diğer bir kesimine ve devletin düşe kalka da olsa ayakta durma çabasına bu kadar açıkça ve pervasızca kurban edilebileceğinin farkında değildik. Ya da belki de işçilerin yaşamakta oldukları zor hayatın ve hayatlarının kıymetsizliğinin boyutunu görmezden geldik. Şimdi tokat gibi yüzümüze çarpan bu gerçeklik karşısında duyduğumuz suçluluk ve endişe artmış durumda.
Evet, bazılarımız salgından korunmak için evden çıkmayabiliyor şu anda. Evde kalabilenlerin bazıları evden çalışıp para kazanabilme şansına sahip. Evde kalabilenlerin bazıları ise evden çalışamasa da çok uzun bir süre ya da en azından 2-3 ay temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek maddi olanaklara sahip. Toplumun büyük bir kısmı ise birkaç hafta bile çalışmadan evde oturduğunda hızla açlığa mahkûm olabilecek kişilerden oluşuyor. Daha kötüsü, bu insanların bir kısmı bazıları evde oturabilsin diye şu koşullarda dahi çalışıyor.
Biz evde kalabilenler bu durumdan kişisel olarak sorumlu değiliz belki. İnsanların bir kısmı rahat yaşayabilsin diye diğerlerini her koşulda insanca olmayan koşullarda çalışmaya ve yaşamaya mahkûm eden bir sistemde yaşıyoruz. O diğerleri çalışmazsa kendi temel ihtiyaçlarını gideremeyecek, şehirlere akmış, endüstriyel ürünler tüketen kocaman sefil bir topluluğuz aslında. Bu gerçeklikle daha fazla yüzleşiyoruz şimdi. Düşünün şu koşullarda birileri ekmeği üretmese, birileri kapımızdan çöpü toplamasa, birileri su satmasa, birileri dükkanını açmasa, eve servis yapmasa aç kalacak ve pislik içinde öleceğiz. İnsanların merkezinde kendilerini gördükleri dünya esas olarak işçilerin sırtında dönüyor. Karnımızın doymasına sebep olan insanlar açlık sınırında yaşıyor. Bunu daha net olarak görüyoruz. Görüyoruz görmesine ama buna mani olmak için ne yapıyoruz? Bundan sonra bir şey yapacak mıyız peki?
Son aylarda izlediğim iki sinema filmi sınıflar arası eşitsizlik konusunda çok çarpıcı noktalar içeriyordu. Parazit isimli filmi izlerken başlarda yoksul bir ailenin varlıklı bir aileye parazit gibi yapıştığını düşünebiliyor izleyici ancak bir süre sonra o varlıklı ailenin o yoksul aile olmadan hiçbir işini göremediğine ve ikiyüzlülüğüne tanık oluyor. Yani parazit olan taraf yer değiştiriyor. İki hayat arasındaki uçuruma, yağmurun bir aile için bahçede kamp yaparak eğlenmeye, diğeri için ise evi kanalizasyon suyunun basmasına yol açabileceğini görüyor izleyici. Yağmur aynı yağmur. Aynı gökten dökülüyor ancak birini eğlendirirken, diğerinin felaketi oluyor. Ve bana kalırsa filmdeki ana vurgulardan birisi birbiri ile dayanışarak bazı sorunların üstesinden gelebilecek olan iki yoksul ailenin dayanışmaması nedeniyle herkesin kaybeden durumuna gelmesi. Bu aralar ismi çokça anılan Platform isimli filmde ise yüzlerce kattan oluşan, her katta iki mahkûmun kaldığı, ortasında bir boşluk olan bir hapishanede akla gelebilecek her çeşit yiyecekle donatılmış bir platform en üstteki kattan en alttaki kata kadar, her katta kısa bir süre durarak iniyor. Platformun doluyken durduğu üst katlarda, üstteki kesim ihtiyacının çok üstünde yiyecek tükettiği, hatta yiyecekleri talan ettiği için en alt kattaki mahkûmlara yiyecek hiçbir şey kalmadığını, hatta her kattaki kişilerin bir alt kata giden yiyeceklere tükürdüklerini, aç kalan mahkûmların birbirlerini yiyecek duruma geldiklerini ya da açlıktan öldüklerini görüyoruz. Üst sınıftakiler daha az tüketseler belki de en alttakilerin aç kalmaması mümkün olabilecekken ya da altta kalanlar birbirlerini desteklese bu duruma belki de son verilebilecekken bunların ikisi de gerçekleşmiyor. Ancak her şeye rağmen orada yaşananlara direnen bir kişi var. Elinde Don Kişot kitabı olan, orada işler yoluna girsin diye direnen ve zorluklara katlanan bir kişi. Tıpkı Hz. İsa gibi. Tıpkı kitaptaki Don Kişot gibi.
Her iki film de mutlu sonla bitmiyor ve aslına bakarsanız pek umut vermiyor.
Peki bu gerçekten böyle olmak zorunda mı? Böyle bir sistemde yaşamaya devam etmek zorunda mıyız? Bu düzen hiç mi değişmeyecek? Son haftalarda yaşanan şeylerden sonra da mı?
Dünyayı ve kapitalizmi bırakalım, kendi ülkemize bir bakalım. Demokratik ve sosyal bir devlet olduğu iddiasını sürdüren devlet, insanlık ölüm kalım mücadelesi verirken hala kendi iktidarını korumak ve günü kurtarmak çabasında. Ekonomi durmasın, ekonomik krizin büyüklüğü, milli varlığın ne derece tüketildiği ortaya saçılmasın diye bir türlü sokağa çıkma yasağı ilan etmiyor. İnsanlar göz göre göre ölüme gönderiliyor. Önce ayrımcı bir şekilde yalnızca 65 yaşın üstündekilere sokağa çıkma yasağı getiren devlet, daha sonra 20 yaşın altındakilere bu yasağı getirdi. Son olarak 20 yaşın altındaki işçiler ve mevsimlik işçiler için yasağın uygulanmayacağına karar verildi. Yani özü itibariyle devlet sadece çalışamayacak kadar yaşlı ya da genç olanların evde oturmalarını isterken, geri kalan herkesin, hatta çocukların bile ölümleri pahasına çalışmaya devam etmelerini istedi.
Salgın adım adım gelirken bir tekstil ülkesi olan Türkiye’de maskeler gerektiği kadar üretilmedi. Eldivenler, dezenfekte etmek için kullanılan ürünler de öyle. Sade vatandaşları bırakın, sağlık emekçileri bile kendilerini koruyacak malzemeye erişmekte zorlanıyorlar. Sokaklarda artık herkesin maske takmasına karar verildi ama maskelerin de devlet tarafından vatandaşa satılacağı duyuruldu. Şehirlerarası seyahat yasağı taksit taksit getirildi. Bir gün verilen karar, başka bir gün değiştirildi. Ve sonuçta dünyada koronanın en hızlı şekilde yayıldığı ülkelerden biri haline geldik. Ve daha bu aşamadayken bile hastaların tedavi görecek hastane bulamadığı bir haldeyiz.
Cezaevlerindeki gazetecilerin, düşünceleri nedeniyle hapsedilmiş muhaliflerin serbest kalmamasını sağlayacak bir tasarı hazırlandı. İktidar hiçbir makul gerekçesi olmayan bir tasarıyı kanunlaştırmak üzere. İktidarın koronayla mücadele politikasını eleştirenler kendilerini savcılara ifade verirken buldular. Televizyonlara çıkıp halka korona konusunda safsatalar anlatanlar değil, ‘bizi bu düzen öldürür’ diyenler gözaltına alındılar.
Esnaf ve çeşitli toplum kesimleri ekonomik destek için haykırdılar ancak çabaları karşılıksız kaldı.
Herhalde bu ülkenin insanları iktidar ve/ya devlet için ne kadar kıymetsiz olduklarını ilk defa bu kadar açık bir şekilde gördüler. Avrupa’daki bazı devletler vatandaşlarına maddi anlamda destek olurken, mesela Merkel "evden çıkmayın, bize güvenin, biz sizi koruruz" minvalinde sözler söylerken, bizim asla bir devlet yetkilisinden böyle sözler duyamayacak olmamızın gerçekliğiyle, sahipsizliğimizle kahrolduk.
Büyük bir ölüm ve açlık tehdidi ile karşı karşıya iken, belediyeler de insanlar da işin başa düştüğünü gördüler. Ancak vatandaşı değil de kendi pozisyonunu korumak telaşında olan iktidar, belediyelere, ama pratikte yalnızca muhalefet partilerinin belediyelerine yardım toplama yasağı getirdi. HDP belediyesinin topladığı yardımın dağıtımını yetkililer bizzat engelledi.
İşte tam da bu nedenle insanlar örgütlenmeye, dayanışma ağları örmeye başladılar. İstanbul’dan Diyarbakır’a kadar her yerde sivil toplum örgütleri, bazı siyasi partiler, bazı belediyeler ve bireyler işsiz kalan ya da evde oturursa aç kalacak olan insanlarla ekmeklerini bölüşmek için çeşitli yollar aramaya başladılar. İmkânı olan koysun, ihtiyacı olan alsın dediler.
Şahsen hem dünya için hem de bu ülke ve toplum konusunda oldukça karamsar olan bir insanım. Gerçek manada sosyal devlet olan devletlerin yaşamakta olduklarımızdan ders çıkaracaklarını, sağlık sistemlerinde, gelir dağılımında adaletsizlik konusunda ve başka alanlarda olumlu yönde değişiklikler yapacaklarına inanıyorum. Ama kendi ülkemizde ve benzerlerinde her şeyin tersi bir şekilde gelişeceğini düşünüyorum. Çok sayıda insanın ölümünü görmenin yanı sıra, uzun sürecek olan bir açlık ve gıda krizi ile karşı karşıya kalacağımız endişesi içindeyim. Baskıcılığın da yoksullukla paralel olarak artacağına inanıyorum. Pek çok insanın da hırsla tüketmeye ve daha fazlasını arzu etmeye devam edeceğini düşünüyorum. Ta ki tüm bunlar büyük bir krize ve sosyal patlamaya yol açıncaya kadar. (Sosyal patlamadan kastımın iktidarı devirmeye yönelik bir ayaklanma olmadığını belirteyim ki bir önceki cümlem bir soruşturma sebebi olmasın. Bu seçimlerde ortaya çıkabilecek şaşırtıcı bir sonuç olabilir mesela.)
Gelecekte neler yaşarız bilmiyorum. İnsanların kurduğu dayanışma ağlarını da çok abartmak istemiyorum ama yine de bu iyi insanları ve paylaşma çabasını görmek bana moral veriyor. Ayrıca bulunduğumuz karanlıkta ortaya çıkan bu küçük ışık üzerinde düşünmek, bütün iyi insanlarla bir şekilde ilişkilenip başka bir hayatımız olabilir mi diye tartışmamız bizi daha iyi bir yere yöneltebilir diye düşünüyorum. Belediyeler kırsal ve yerel kalkınmaya odaklanmaları, sosyal adaletsizlikleri gidermek için yeni inisiyatifler almaları gerektiğini görecekler belki. Onlar tüm şartları zorlayarak bütün bunları yaparken bazı insanlar da daha küçük evlerde, daha az giyinerek, yiyerek, içerek, gezerek, daha az tüketerek, doğaya saygı duyarak, kendilerini diğer canlılar ile eşit görerek, gerektiğinde bölüşerek, dayanışarak yaşamanın da mümkün olduğunu görecekler belki. Komşuları açken gerçekten tok yatamayacaklar belki. Bu devlet yapısına, bu yerleşmiş adaletsizliklere ve bu iktidara rağmen. Belki. Neden olmasın ki?