'Sünger harfler gibi toplanıp dağılan hikayeler….'

Bu hafta yazdıklarıyla geç tanıştığıma hayıflandığım ama verdiği yanıtlara bakınca da çok umutlandığım, Eşya, Efkar ve Çiçekler (SRC Yayınları) kitabını okurken kalemini daha pek çok türde oynatacağından emin olduğum Melisa Yılmaz var karşınızda...

Bu köşeye başlarken yeni yazarlarla tanışma heyecanımın temel motivasyonum olduğunu söylemiştim; ne mutlu bana ki daha ilk bir ayda birçok kitap yağmaya başladı. Her birine yetişmek için çabalıyor, daha doğrusu her zamanki müfredatımı biraz daha genişletiyorum ama baştan da dediğim gibi okumayı zevk olmaktan çıkaran, angarya haline getiren bir rutine gelirsem şalteri hemen kapatırım. O yüzden hazdan ödün yok, merak ve heyecandan da… Bu hafta yazdıklarıyla geç tanıştığıma hayıflandığım ama verdiği yanıtlara bakınca da çok umutlandığım, Eşya, Efkar ve Çiçekler (SRC Yayınları) kitabını okurken kalemini daha pek çok türde oynatacağından emin olduğum Melisa Yılmaz var karşınızda. Sözü hemen ona bırakıyorum.

- “Üflenmemiş Rüzgarlar”ı (2020- Kutu Yayınevi) okumadan güçlü bir sesi olan bir yazarla karşılaştığımı anladım. Google bilgileri 1998 doğumlu olduğunuzu, psikoloji ve dramaturji eğitimi aldığınızı bildiriyor ama ben asıl yazıyla kurduğunuz ilişkiyi merak ediyorum. Yazıya yöneliminiz, ilk kitabınızı yayımlatmanız, teşvik edicileriniz vs... Sizi daha içerden tanıyabilir miyiz?

Detaylara inmeden önce şunu söyleyebilirim, yazmak benim için her zaman konuşmak veya yürümek kadar doğal bir eylem oldu. Üzerine özellikle çalıştığım veya çaba sarf ettiğim bir şey değildi; zihnimin ve günlük hayatımın organik bir parçası olarak bir şekilde var oluşuma işledi diyebilirim.

Ben ilk çocukluğumu köyde geçirdim. Doğanın içinde özgür, ne bileyim tavukları ve ağaçları falan olan, böğürtlen çalıları arasında yuvarlanan neşeli bir çocuktum. Aynı zamanda görme engelliydim ve bu durumun çoğunluğun aksine bana has bir şey olduğunun o zaman gerçekten farkında değildim. Annemle babam, benim okuma yazmayı nasıl öğreneceğimi, nasıl okula gideceğimi hiç bilemedikleri için çok erken yaşlarımdan itibaren bu konu evde havada asılı bir soru işaretiydi. Bana süngerden yapılmış harfler alıp öğrettiler, dolayısıyla okumak benim için çok uzun süre sadece bir oyundu çünkü o süngerden harfler dışında gerçekliği olan bir şey değildi. Aynı zamanda annem bana sürekli kitap okur, babam okumaktan nefret ettiği için kendi macera hikayelerini uydururdu. Okumanın ancak yazılı bir şeyi gözle algılayarak yapılan bir eylem olduğunu o zaman kavrayamadığım için, hikayeleri aynı sünger harfler gibi toplanıp dağıtılan, uydurulan, ballandırılan oyuncaklar gibi düşünürdüm sanırım. Hikayeler benim için bir kitap sayfasında yazan kelimelerden ibaret değildi. Tamamen kafamda dönen ve sonra dilime gelen, anne babamın diline gelen, bazen de sadece benim içimde kalıp susan şeylerdi.

Uzun lafın kısası, hikayeler benim favori oyuncaklarımdı. Büyüyüp her şeyi daha iyi anlamaya ve kendimi bulmaya başladığımda, sıradan evcilik senaryoları da beni sıkmaya başladı. Hep birlikte oynadığımız, saatlerce gerçek dünyadan izole olduğumuz bir arkadaşım vardı. Zamanla onunla önce oynayacağımız evreni tasarlama, hikayesini ve karakterlerini kurma, sonra oynamaya başlama pratiği geliştirdik. Ama ne evrenler, en basiti şimdiki Netflix senaryolarına bin basardı. Yani kurgu yapmak benim için yine bir oyun olarak kaldı.

10-11 yaşlarımda artık tam olarak yazmak diyebileceğimiz şeyi yapmaya başlamıştım. Fantastik evrenler kurar, şarkılarından iklimlerine her ayrıntılarını tek tek detaylandırır, hatta Tolkien’den özenmiş olacağım kendi dillerimi ve sözlüklerimi yaratırdım. Bir bakıma, bu hep böyle sürdü, yani ben oynamaya devam ettim. Ergenliğimde bir şeyleri aramak için, sonra genç yetişkinliğimde de sorgulamak için. Dolayısıyla yine aynı noktaya geleceğim, yazmak benim için hiçbir zaman oyun oynamaktan daha çetrefilli bir şey olmadı.

- Eşya, Efkar ve Çiçekler'deki ilk öykü Ücrada Ölmek... Ona başladığımda herhalde bir roman denemesine girişti, du bakalım dedim yalan yok. Ama peşi sıra daha kısa öyküler, ardından da epizodik giden ve aynı uzunlukta olan Günün Öte Kıyısı da keza... Bir sonraki kitabınız roman mı olacak yoksa öykünün hacmini genişletme denemeleri mi yapıyorsunuz?

Dediğim gibi, ben aslında çok uzun süredir yazıyor ve çok kısa süredir yazdıklarımı yayımlıyorum. Yani gelecekte deneyecek olduğum çoğu şeyi aslında geçmişte denemişimdir. Romanlar, küçürek öyküler, kısa öyküler, novellalar, fantastik ve bilimkurgusal hikayeler, masallar, parodiler, destanlar, ağıtlar, romantik senaryolar, daha neler neler yazdım.

Tabii sonunda insan kendi sesinin nerde daha güçlü olduğunu anlamaya başlıyor. Ben en çok küçük grupları, özellikle de ikili ilişkileri odak alan, aynı zamanda da gerçeğin varsayımlarıyla ve mekanlarıyla ufak ufak oynayan derinlemesine şeyler yazmayı seviyorum. Bu da yazdıklarımı roman için biraz daha elverişsiz, novella boyutundaki öyküler için biraz daha elverişli kılıyor. Bazen de kurgunun devamında olabilecekleri görmeme rağmen tercihen bir noktada kesiyorum çünkü bazı boşlukların verimli olabileceğine inanıyorum. Bir kurgunun iskeletinin bilinçli okur tarafından görülebilir olduğu stillerden pek hoşlanmıyorum, dolayısıyla iskeleti olabildiğince gizlemeye çalışıyorum. Haliyle çok gerçekçi, her detayı belirlenmiş şeyler yazmak bana boş alanlar kadar zevk vermiyor. Yani bazen sadece anlatmayı bırakıyorum. Gerisini okuyanın kendi akışına bırakıyorum.

Ama elimde yayımlamayı planladığım roman senaryoları da var, özellikle biri üzerine epey heyecanla çalışıyorum. Bakalım, biraz da zaman gösterecek.

- Şahsen kurguda göze batan kurnazlıklardansa ışıyan bir dili edebi metinlerde öncelerim. Kelime seçimleriniz, metafor kullanımınız ve imgelem gücünüz bundan sonra yazacaklarınızı heyecanla beklememe neden oldu... Daha çok gençsiniz falan diyerek ablalık taslamayacağım, hayır. Yakın takibe aldığım için soruyorum; masanızda, aklınızda, kalbinizde neler var edebiyata dair?

Az önce bahsettiğim şeyi siz de söylemişsiniz. Yazma teknikleri üzerine çalışan herkes, hatta belirli bir teknikle yazan yazarları bilinçli şekilde bir süre okuyan okurlar; ikinci kurgudan sonra üçüncünün nasıl doğacağını, ilerleyeceğini, insanı nasıl şaşırtıp nasıl meraka sürükleyebileceğini az çok öngörebilirler. Kötülemek için söylemiyorum ama kişisel olarak bana çekici gelen bu değil. Ben hep akışı öncelemekten yanayım. Yazarken yazdığım şeyi beni sarmasını, doldurmasını, hissettirmesini, sarsmasını; aynı şekilde okuyanı da içine almasını isterim. Bu sıralar elimde tamamlanmış bir novella ve bahsettiğim gibi bir roman projesi var. Farklı şeyler denemeye ve gerçeklikten uzaklaşmanın ama yine de onu anlatmanın yollarını aramaya devam edeceğim, sanırım. Çünkü gerçeğe saplanıp kalırsak oyun oynayamayız, değil mi?


FİGEN ŞAKACI KİMDİR?

1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları'ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011'de (ilk baskısı Everest Yayınları'ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013'te yayımlandı. Üçleme- yi Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki "Pişti" hikâyesinden uyarladığı "Topuklu Terlik Süt Yapar" tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017'de, Şogen Film tarafından 2019'da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları). Kesekli Tarla (2020, öykü) ve HınçAhınç (2024, roman) adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Figen Şakacı Arşivi